25 Nisan 2022 Pazartesi

Tavuğun Vicdanı

 

            Tüm gün zorlukla tuttuğu orucun etkisi ve iftar saatine dakikalar kala heyecandan iyice susayıp dilinin damağının kuruduğunu hissederken, önünde dağınık bir vaziyette duran onlarca çift ayakkabının üstüne basarak geçti gıcırtıyla açılan kapıdan hole. Karşısındaki lavaboda kapısı açık abdest alan Hamdi ağayı görmezden gelip direkt salona açılan kapıdan geçti. Salon dediğimiz 4 tane odanın kapısının açıldığı büyük hol işte. Sağlı sollu kapıların yanlarında dizili divanlar ortada açılmış iki büyük yer sofrası. Her sofrada iki büyük kâse çorba ve çay tabaklarına konulmuş hurmalar gelişi güzel dağıtılmış. Sofranın örtüsü bağdaş kurmuş bacakların üstüne özenle çekilip yanlamasına oturmuş herkes. Bazısı iki dizinin üstünde topuklarının üstüne oturarak yerleşse de o sofralar her zaman bir kişiyi daha alır annacına. Diğer yemeklerin olduğu tepsiler divanların üstünde dizilmiş. Sofradaki doğaçlama verilen servis görevinin gerçekleştirilmesini bekliyor. Adettendir, sofradaki ana et yemeği mutlaka iki ya da üç kâse daha getirilir. Suyu ortaya konulan pilavın üstüne boca edilirdi. Zaten kalabalıkta dört kaşık yemek alabilen şanslıydı. Diğer odalarında kapıları açık. Bir oda misafir odası. Orası hatırı sayılır misafirlerin odası. Diğerleri ise birer yatak odası. Gardrop ve yatağın ortasında kurulmuş yer sofraları, tepsiler yatakların üstüne konulmuş. O odalarda da kadınlar oturuyor. Kenarları işlemeli sarı, kara yazmaları ve kendi ördükleri birbirinin benzeri yelekleri ile. 

Büyük holdeki iki sofraya ve odalara şöyle bir göz gezdirip babasını aradı Muhammet. Direk soldaki odaya yöneldi.  Burası evin misafir odası idi. Soba ve televizyon, Koltuklar burada olurdu. Biliyordu zaten, köyün ileri gelenleri öyle ortalık yerde oturtulmaz, misafir odası tahsis edilirdi mutlaka. Muhtar, imam, bunları kısmen himayesine almış sözü geçen birkaç ihtiyar dayı hep aynı sofrada olurdu. Babası da oradaydı. Hemen dizlerini kırıp yanına, sofraya çömeldi. Tam karşısında arkadaşı Metin ve babası vardı. Arkadaşı da babasına sokulmuş, saçları inek yalamış misali yana taralı, saygılı ama gururlu bir eda ile ezanın okunması bekliyordu. Ezana iki üç dakika kalmış olmalıydı. Öylesine aç, susuz ve bir o kadar heyecanlı hissediyordu ki kendini. Büyüklerin sofrasında hem de oruç açmak için onların yanında idi. Kendisiyle gurur duyacaklardı. Hatta daha evden çıkmadan almıştı abdestini ki sorarlarsa ben abdestliyim diyecek havasını atacaktı. Sürekli abdestli olduğunu hatırında tutuyor ya bozulursa diye bir de onun tedirginliğini yaşıyordu.

Cami hoparlöründen Allahu Ekber sesi gelir gelmez herkes bir kıpırdandı yerinde, dudaklar mırıldandı dua eder gibi, biraz sıkışarak hocaya yer açmaya çalıştılar. Kimisi sofrada yan döndü, kimisi dizlerini toparladı. E ezan bitmeden ve hoca gelmeden oruç açılmaz tabi. Diğer sofralardan çoktan kaşık sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ezan biter bitmez Muhammet dua okuyan ağzı kıpır kıpır, elini hurma tabağına götürüyordu ki babası tuttu kolundan, “Sofra zaten küçük, hoca otursun oraya, kalk sen başka bir sofraya otur” dedi. Muhammet’in küçük eli olduğu gibi tuttuğu hurmayla birlikte düştü sofrada çorba kasesinin yanına. “Yer var ama” diyemedi. Yutkundu. Sesi içine kaçmış, damarlarında dolaşan tüm alyuvarlar yüzünde toplanmış gibi kızarmıştı. Boş midesinden koca bir yumru tersine yuvarlana yuvarlana gelmiş boğazına oturdu. O kadar insanın içinde sofradan kovulması mı, o kadar insanın buna gık dememesi mi yoksa onu sofradan kovanın, oruçlu olmasından, az sonra onlarla birlikte namaz kılacak hatta imamın arkasında belki de müezzinlik yapacak olmasından gurur duysun diyerek, büyük bir güven hissiyle sokulduğu babası olması mı yaralamıştı bu kadar derinden? Hiçbir şey demeden boğazındaki o ağır yumrusuyla kalktı öylece, holden, şapur şupur aç karnını doyuran, onun o küçülen bedenini bile görmeyen aç insanların arasından geçti.

“Kapıları çarpsam, indirsem camları, sikerim ulan böyle işi, bu mu sizin Allah korkunuz, bu mu sizin kul hakkına riayetiniz? Hangi ibadet bir çocuğun kalbinin acısından daha makbuldür yaradanın huzurunda diye bağırarak çıkıp gitsem” diye diye, usulca sanki hiç doğmamış, sanki hiç o insanları tanımamış görmemiş, sanki kimse de onu görmüyormuş gibi su gibi aktı gitti, darmadağınık ayakkabıların üstüne basa basa…

Evin bahçesindeki çardağın içinde bir köşeye oturdu. Ağladı uzun uzun. Zorlukla tuttuğu ve aklından hiç çıkmayan açlığı çoktan unutmuştu. Nice sonra sokaktan teravih namazına giden kalabalığın sesine uyandı. Kalakalmıştı o tahta sedirde öyle. Karnın acıktığını hissetti. Kümese doğru gitti önce. Alışkındı annesi tarlada ahırda koştururken acıktığında hemen kümese gider illa bulduğu iki üç yumurtayı direk tavaya kırar sac ekmeğine bana bana yerdi. Kümesin bir köşesinde külük* ve altında da civcivleri vardı. Adımını atarken, yavrularını koruma güdüsüyle kabardı bir adım daha atsa saldıracaktı. Muhammet bakakaldı. Kaldı öylece. Dedi ki nice sonra içine bağıra bağıra “benim allahımla sizin allahınız bir değil. benim tanrım şu tavuğun vicdanıdır artık”

O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...