24 Nisan 2019 Çarşamba

Başka Biz Başka Kader



Başka yazılsaydı kaderimiz
Başka olurduk birbirimizde
Ve yön değiştirirdi,
Şimdi çivilerle yazadurduğmuz tarih.

Çırılçıplak bırakarak ruhumu
Doğruyla yanlışı çıkardım birbirinden
Bulamadım avuçlarımda kalanın ne olduğunu

Sırada ne var diye sordum tanrıya,
Hangi göz göze gelişin ismini değiştireceksin

Sustu…
Bende sustum…
Sonra, çivilere daha sert vurarak yaz dedi,
Yoksa acıyla silinecek
Ruhlarınıza iliştirdiğim kader…

20 Nisan 2019 Cumartesi

Güvercin Mezarlığı

Kanadı kırılarak öldürülmüş
Güvercinler mezarlığıdır kalbim
Gücü yeter mi hiç
Ölmüşü diriltmeye 
Öldürenden başka kimsenin

Korku

Bugün seni daha iyi gördüm
Dedi doktor
Gözlükleri burnunun üstünde

Duymazdan geldim
Kendimle konuşuyordum
Bembeyaz örtülerimin içinde
Bölemezdim 
Dedi ki bana
"Bir gün
En delikanlı tavrımı takınarak
Arkama da bakmadan
Kapısını çarpıp
Gideceğim bu dünyadan

Lakin
Kafa kağıdımı unuturum
Diye korkuyorum"

Yarım Yamalak

Kimsenin hikayesinde 
Yerim olmadı benim
Bundan sebep 
Ne zaman gelse elime kalemim
Kendi yorgun hikayemi yazdım hep

Kimsenin mektubunda 
Halim hatırım da sorulmadı 
Sayın diye bir zarfın üzerinde geçmedi adım
Gözlerimden de öpülmedi satır sonlarında
Bundan sebep 
Kendimeydi yazdığım tüm mektuplarım

Kimsenin şiirinde de bir uyak olamadım
Uygun değildim hiç bir şiirin sözlerine dizelerine
Bundan sebep
Başlasam da bir deli hevesle 
İlk mısra dahil
Hiç bir şiirimi tamamlayamadım


13 Nisan 2019 Cumartesi

Uğur Mumcu'ya


Üç şarapnel parçasıyla
Un ufak olacak fikirler üretmedin
Savunmadın kepçeden ve bıçaktan yana olanı
Özgür Anadolu aydınlık insan idi gayen
Bizim memleketti işte eni konu
Dereden tepeden Söğüt’ten

3 Nisan 2019 Çarşamba

Seninle Biz ve Bu Şehir


Seninle biz bu şehri
Uçsuz bucaksız bir gülistana çevirebilirdik
Vapurlarında Zeki Müren plakları çalabilir
Önümüze çıkan herkesin çantasına
Günaydın notuna sarılı çikolatalar bırakabilirdik
Devrimin aydınlığına çıkan sokaklarında bir küçük ayakizi
Yahut yorgun bir yoldaşımızın tok sesli merhabası olabilirdik

Seninle biz bu şehri
Kıran kırana bir kavganın ardından
Sarmaş dolaş bir dost meclisine çevirebilirdik
Belediye otobüslerinin pencerelerine ışıldaklar
Koltuklarına rengarenk yastıklar koyabilir
Yürüyen merdivenlerine gülümseyen çiçekler dikebilirdik

Seninle biz bu şehirde
Umudunu yitirmişleri tıklım tıklım bir sevgiyle doyurabilir
Sokakların karanlık koyusu kederini
Apansız bir kucaklaşma samimiyeti ile değiştirebilirdik

Seninle biz bu şehirde
Hiç olmazsa elele martılara sataşabilir
Belki bir sabah simidini sıcak çayını bölüşebilirdik
Ayaklarımıza dolanan  sokak kedisinin kirli tüylerini okşayabilir
Kim bilir yedi tepenin en azından birinden haykırabilirdik
İnsanlığa sustuklarımızı

Ve kimbilir daha neler neler

Kedi şehir ben ve gülistandaki yerin
Hazırdı az önce demlediğim çay dahil her şey
Lakin sen bu şehre hiç gelmedin




Fotoğraf: Henri Cartier-Bresson

Demedin

Ülkede hakim olan gergin hava ve amansız bir sıtmaya tutulmuşluk psikolojisi benimde üzerimde tepinirken gördüm kısacık, araya onca yıl girmemiş daha birkaç gün önce görüşmüşüz gibi samimi mesajını. "Merhaba nasılsın?" "Sen nasılsın" diye sormadan iyiyim teşekkür ederim deyip hatta hiç cevap bile yazmadan mesaj kutumdan silmek geçti aklımdan. Bu mesajı,  o umarsız samimiyetini mesaj kutumdan silebilirdim lakin, yüzünü, kestirmeden bodoslama içime dalan cümlelerini ve yüreğimde iz bırakan sıcak sesini aklımdan silmek çok zordu. Hem de anlamsız bir şekilde geçmişime dadandığım ve her bir acı tatlı hatırasından garipçe zevk aldığım şu günlerde hele ölesiye zordu.

Kısa bir şaşkınlığın ardından benden bekleneni yazdım. “İyiyim çok teşekkür ederim. Sen nasılsın? Hayat nasıl gidiyor? Her şey iyi ve yolundadır umarım.” gibi bir sürü birbirinin aynısı sorularla yanıtladım mesajını.Her birine uzun uzun cümlelerle karşılık verecekmişsin de, ne kadar çok soru sorarsam yılların ayrı yaşanmışlığını teker teker her soruya ayrı bir özen göstererek cevaplayacakmışsın gibi. Tabi ki öyle olmadı. “İyiyim seni merak ettim sadece” yazmıştın. "Seni merak ettim." Bağlayıcılığı etkileyiciliği ne kadar da güçlü bir cümle. Hele girdap içerisinde savrulurken, çok can alan/can yakan bu kaosun içinde beni düşündüğünü söylemen inan baskıcı rejimlerden daha fazla yaktı canımı. İnce bir zehir gibi. Tatlı ama öldüren bir zehir gibi. Gözlerimi, içimi kutup yıldızı misali aydınlatırken "yıllar önce sana altın vuruşu yapamadım şimdi mi yapsam" acaba der gibi…

Ben her saçma saplantısal ilişkimin sonunda yaptığım gibi, sana, senin gibi yaramı okşayanlara ve izin verdiğim kadar o kabuksuz yarayı kanatanlara dair her şeyi yakıp yıkmış izleri yok etmiştim. Elimde sadece sana ait gazı bitmiş bir çakmak, eski bir mektup ve ilk tanıştığımız zamanlarda bana gönderdiğin, şuan hangi kitabın arasında olduğunu bilmediğim o solgun fotoğrafın vardı. Onları da o an etrafımda olmadıkları için ortadan kaldıramamış, sonra karşıma çıktıklarında ise bir çocuk sevecenliği ile okşayıp gülümsemiştim.

Hep bu gelgitler içinde yaşadım seni tanıdığımdan beri. Ne zaman kendime bir gidiş yolu seçsem izlerin kendine çekiyordu beni. Her seferinde tüm yola çıkış inancımı direncimi yitiriyor yine kitapların içerisinde kendimi seni ararken buluyordum.

Yine öyle olmuştu. Yazamamanın kısırlığı içinde balıklama daldığım geçmişimin balçık havuzunda debelenirken çıkmıştın karşıma. Sana yazabilirdim. Sayfalar dolusu, hiç bıkmadan. Ki en çok böyle dökebiliyordum içimdeki gülleri de irinleri de. 

Telefonda sesim kısılıyor kendimi cümleleri bir araya getiremiyor dilimin peltekleşmesine engel olamıyordum. Bunu bildiğimden numaranı istedim senden. Belki konuşamaz yarıda keseriz biter gider herkes kabuğuna çekilir kendi dikenli yorganını üstüne örter diye. Numaranı yazdığında, mesaja cevap vermeme ikileminin yerini "aramayacağım ulan" ikilemi aldı. Ve yine kendimi şaşırtmayarak benden bekleneni yaptım. Hem de senin verdiğin saati bir dakika dahi geçirmeden aradım.

Telefonun tuşlarına basarken ne bunca yıl sonra bir merhaba ile tekrar bağ kurmamız ne de senin o umarsız cümle kuruşlarının değişmemesiydi beni şaşırtan. Beni asıl şaşırtan bunca yılın, bunca yaşanmışlığın, bunca çöküşün, ayağa kalkışın ve her seferinde yeniden dibi görüşlerin ardından, içimde eline uzak sevgilisinden gelen üstünde bir sürü kalpler yazılar olan şirin mektubu postacıdan alan ergenin o saf heyecanını hissederken ellerimin hiç titrememesi idi. Ellerime şaşırmıştım. Oysa ki onlar senden ne zaman telefon gelse nereye koyacağımı bilemediğim, saatlerce ahizeyi tutarken beni hiç yalnız bırakmayan ellerini tutabilme özlemini en çok hisseden organlarımdı. Yokluğunda en çok onlar üşümüş, en çok onlar yaralanmış, en çok onlar yazarken yorulmuş, en çok onlar sigara kokmuş, senli geçmiş zamanımın en çok kahrını onlar çekmişti. Oysa şimdi bir ermiş olgunluğunda gibiler sakin dingin heyecansız. Sanki çilehaneden çıkmış bir sufi erenin ruhi ağırlığında ufka bakıyor gibiler.

Kulaklarımda işte o ses. Beni her görüşmede önce göklere uçurmanın zevkini iliklerime kadar yaşatıp sonrasında yerlere çalan o ses. Aynı yalın, sakin, kendinden emin, bir o kadar da şirin albenili o ses. Sesini duydukça ilk karşılaştığımızda merdivenlere oturmuş, kahverengi İspanyol paça pantolonlu minik kızın gözlerimin içine bakar gibi konuşması gözümün önüne geliyor pamuklara sarıp sarmalıyordu işte beni. Bir o kadar yaralanmaya acıya kanamaya açık çırılçıplak bir ruh haline sokuyordu. Sanki bir gece önce deli gibi içmişim de kafamda filler tepiniyormuş gibi bir sarsıntı ve birazdan kollarıma kelepçe takılıp götürülecek bir kanun kaçağının endişesi ile konuşmaya başladım bende. Tabii ki havadan sudan, senin aklına düşmeme sebep olan ülkenin içinde olduğu bataklığın tam ortasında açılan bir güle benzettiğim ve umutsuzluk çukurunda herkesin ayı yavrusunu sever misali hoyratça sarılacağından ötürü çok kısa bir ömür biçtiğim bir güle benzettiğim ümitvar gelişmelerden bahsettik.

Tüm bu duygular arasında konuşmaya devam ederken "seninle sohbet etmeyi çok özlemişim" dedin. Saatlerce politika aile ilişkileri kültür sanat edebiyat aklımıza ne gelirse artık saatlerce konuşmayı… Bende özledim dedim.

Çocuklarını anlattın bana. Kariyerin ve çocukların arasında yapmak zorunda olduğun tercihinin seni nasıl zorladığını, çocukların nasıl bölündüğünü eşinin hep farklı şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu, çocuklarının mutlaka ya anne ya baba eksikliği yaşadığını anlattın. Zor bela doktoranı verdiğini kendini artık çocuklarına adayacağını bahsettin.

Dedin ki nasıl da özlemişim seninle konuşmayı.  Herşeyi derinlemesine anlatmayı, bildiklerimi paylaşmayı, kendimi sesinin o naif yumuşaklığına bırakıp, sözcüklerinde salıncak gibi sallanmayı özlemişim dedin.

Konuşup konuşup bitirememeyi, plaja çıkan ağaçlı yoldaki soğuk bankta otururken başımı omzuna yaslamayı özledim dedin.

Okulu nasıl güçlükle bitirdiğimi, babamın yaşattığı zorlukları, sürekli güçlü ve dimdik ayakta kalmak zorunda olduğum kartal rolüne büründüğüm o serçe zamanlarımı, nasıl evlendiğimi, nasıl işe başladığımı, çocuklarımın ateşlenmesine nasıl endişelendiğimi, ilk anne dediğindeki mutluluğumu nasıl zaman zaman yalnızlıktan ölesiye korktuğumu, isyan günlerinde nasıl yoldaşlara omuz verdiğimi, yalnız başıma içmelerimi anlatmayı özlemişim dedin.

Baharı özledim dedin. Ömrümde sadece oğlumu kucağıma aldığımda hissettiğim o o coşkun bahara doyamadım, güneşe çıkmayı, nefes almayı özledim dedin.
Eskiden dört gözle yolunu gözlediğim postacının yolunu gözler gibi bir mektubu açmayı özler gibi özledim umuda ışığa huzura dair her şeyi dedin. O saf temiz zamanlarımızı özledim dedin.

Saatlerce konuştuk. İlk tanıştığımız zamanlardan gülerek bahsettik. Ben ne kadar acısını hala hissetsem de yine de istemsiz bir tebessüm indi dudaklarıma. O zaman ki çirkin hallerim. İlk fotoğrafımı gördüğünde "o sese bu yüz ha" diye şaşkınlığını yazdığın mektubun geldi aklıma. Güldüm acınacak hatta bol bol acıdığım hallerime tebessüm ettim. 

Bende anlattım en az senin kadar. Bildiğin ve tahmin ettiğin her şeyi yeniden. Bende anlattım acılarımı yaralarımı kavgalarımı direnişlerimi kabullenişlerimi yenilgilerimi çocuklarımı çocukluklarımı…

Gün akşama dönüyordu gökyüzüne baktığımda. Kapatmak gerekti artık. Telefonu, konuyu, geçmişi, geleceği…

Seninle konuşmayı, gülümsemeyi nefes almayı herşeyi özledim dedin de, bir seni özledim demedin. 




O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...