Ülkede hakim olan gergin hava
ve amansız bir sıtmaya tutulmuşluk psikolojisi benimde üzerimde tepinirken
gördüm kısacık, araya onca yıl girmemiş daha birkaç gün önce görüşmüşüz gibi
samimi mesajını. "Merhaba nasılsın?" "Sen nasılsın" diye sormadan iyiyim
teşekkür ederim deyip hatta hiç cevap bile yazmadan mesaj kutumdan silmek geçti aklımdan. Bu mesajı, o umarsız
samimiyetini mesaj kutumdan silebilirdim lakin, yüzünü, kestirmeden bodoslama
içime dalan cümlelerini ve yüreğimde iz bırakan sıcak sesini aklımdan silmek
çok zordu. Hem de anlamsız bir şekilde geçmişime dadandığım ve her bir acı tatlı hatırasından
garipçe zevk aldığım şu günlerde hele ölesiye zordu.
Kısa bir şaşkınlığın ardından benden bekleneni yazdım. “İyiyim
çok teşekkür ederim. Sen nasılsın? Hayat nasıl gidiyor? Her şey iyi ve
yolundadır umarım.” gibi bir sürü birbirinin aynısı sorularla yanıtladım
mesajını.Her birine uzun uzun cümlelerle karşılık verecekmişsin de, ne kadar çok
soru sorarsam yılların ayrı yaşanmışlığını teker teker her soruya ayrı bir özen
göstererek cevaplayacakmışsın gibi. Tabi ki öyle olmadı. “İyiyim seni merak
ettim sadece” yazmıştın. "Seni merak ettim." Bağlayıcılığı etkileyiciliği ne
kadar da güçlü bir cümle. Hele girdap içerisinde savrulurken, çok can alan/can
yakan bu kaosun içinde beni düşündüğünü söylemen inan baskıcı rejimlerden daha fazla yaktı
canımı. İnce bir zehir gibi. Tatlı ama öldüren bir zehir gibi. Gözlerimi, içimi
kutup yıldızı misali aydınlatırken "yıllar önce sana altın vuruşu yapamadım şimdi
mi yapsam" acaba der gibi…
Ben her saçma
saplantısal ilişkimin sonunda yaptığım gibi, sana, senin gibi yaramı
okşayanlara ve izin verdiğim kadar o kabuksuz yarayı kanatanlara dair her şeyi
yakıp yıkmış izleri yok etmiştim. Elimde sadece sana ait gazı bitmiş bir
çakmak, eski bir mektup ve ilk tanıştığımız zamanlarda bana gönderdiğin, şuan
hangi kitabın arasında olduğunu bilmediğim o solgun fotoğrafın vardı. Onları da
o an etrafımda olmadıkları için ortadan kaldıramamış, sonra karşıma
çıktıklarında ise bir çocuk sevecenliği ile okşayıp gülümsemiştim.
Hep bu gelgitler içinde yaşadım seni tanıdığımdan beri. Ne
zaman kendime bir gidiş yolu seçsem izlerin kendine çekiyordu beni. Her
seferinde tüm yola çıkış inancımı direncimi yitiriyor yine kitapların
içerisinde kendimi seni ararken buluyordum.
Yine öyle olmuştu. Yazamamanın kısırlığı içinde balıklama
daldığım geçmişimin balçık havuzunda debelenirken çıkmıştın karşıma. Sana
yazabilirdim. Sayfalar dolusu, hiç bıkmadan. Ki en çok böyle dökebiliyordum
içimdeki gülleri de irinleri de.
Telefonda sesim kısılıyor kendimi cümleleri
bir araya getiremiyor dilimin peltekleşmesine engel olamıyordum. Bunu
bildiğimden numaranı istedim senden. Belki konuşamaz yarıda keseriz biter gider
herkes kabuğuna çekilir kendi dikenli yorganını üstüne örter diye. Numaranı yazdığında, mesaja cevap vermeme ikileminin yerini "aramayacağım
ulan" ikilemi aldı. Ve yine kendimi şaşırtmayarak benden bekleneni yaptım. Hem de senin verdiğin saati
bir dakika dahi geçirmeden aradım.
Telefonun tuşlarına basarken ne bunca yıl sonra bir merhaba ile tekrar bağ
kurmamız ne de senin o umarsız cümle kuruşlarının değişmemesiydi beni
şaşırtan. Beni asıl şaşırtan bunca yılın, bunca yaşanmışlığın, bunca çöküşün,
ayağa kalkışın ve her seferinde yeniden dibi görüşlerin ardından, içimde eline uzak
sevgilisinden gelen üstünde bir sürü kalpler yazılar olan şirin mektubu
postacıdan alan ergenin o saf heyecanını hissederken ellerimin hiç titrememesi
idi. Ellerime şaşırmıştım. Oysa ki onlar senden ne zaman telefon gelse nereye
koyacağımı bilemediğim, saatlerce ahizeyi tutarken beni hiç yalnız bırakmayan ellerini tutabilme özlemini en çok hisseden
organlarımdı. Yokluğunda en çok onlar üşümüş, en çok onlar yaralanmış, en çok
onlar yazarken yorulmuş, en çok onlar sigara kokmuş, senli geçmiş zamanımın en
çok kahrını onlar çekmişti. Oysa şimdi bir ermiş olgunluğunda gibiler sakin
dingin heyecansız. Sanki çilehaneden çıkmış bir sufi erenin ruhi ağırlığında ufka
bakıyor gibiler.
Kulaklarımda işte o ses. Beni her görüşmede önce göklere uçurmanın zevkini iliklerime kadar yaşatıp sonrasında yerlere çalan o ses. Aynı yalın, sakin,
kendinden emin, bir o kadar da şirin albenili o ses. Sesini duydukça ilk karşılaştığımızda merdivenlere oturmuş,
kahverengi İspanyol paça pantolonlu minik kızın gözlerimin içine bakar gibi
konuşması gözümün önüne geliyor pamuklara sarıp sarmalıyordu işte beni. Bir o kadar yaralanmaya acıya
kanamaya açık çırılçıplak bir ruh haline sokuyordu. Sanki bir gece önce deli
gibi içmişim de kafamda filler tepiniyormuş gibi bir sarsıntı ve birazdan
kollarıma kelepçe takılıp götürülecek bir kanun kaçağının endişesi ile
konuşmaya başladım bende. Tabii ki havadan sudan, senin aklına düşmeme sebep
olan ülkenin içinde olduğu bataklığın tam ortasında açılan bir güle benzettiğim ve
umutsuzluk çukurunda herkesin ayı yavrusunu sever misali hoyratça
sarılacağından ötürü çok kısa bir ömür biçtiğim bir güle benzettiğim ümitvar gelişmelerden bahsettik.
Tüm bu duygular arasında konuşmaya devam ederken "seninle sohbet etmeyi çok özlemişim" dedin.
Saatlerce politika aile ilişkileri kültür sanat edebiyat aklımıza ne gelirse
artık saatlerce konuşmayı… Bende özledim dedim.
Çocuklarını anlattın bana. Kariyerin ve çocukların arasında
yapmak zorunda olduğun tercihinin seni nasıl zorladığını, çocukların nasıl
bölündüğünü eşinin hep farklı şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu, çocuklarının
mutlaka ya anne ya baba eksikliği yaşadığını anlattın. Zor bela doktoranı verdiğini kendini artık çocuklarına adayacağını bahsettin.
Dedin ki nasıl da özlemişim seninle konuşmayı. Herşeyi derinlemesine anlatmayı, bildiklerimi
paylaşmayı, kendimi sesinin o naif yumuşaklığına bırakıp, sözcüklerinde
salıncak gibi sallanmayı özlemişim dedin.
Konuşup konuşup bitirememeyi, plaja çıkan ağaçlı yoldaki
soğuk bankta otururken başımı omzuna yaslamayı özledim dedin.
Okulu nasıl güçlükle bitirdiğimi, babamın yaşattığı
zorlukları, sürekli güçlü ve dimdik ayakta kalmak zorunda olduğum kartal rolüne
büründüğüm o serçe zamanlarımı, nasıl evlendiğimi, nasıl işe başladığımı,
çocuklarımın ateşlenmesine nasıl endişelendiğimi, ilk anne dediğindeki
mutluluğumu nasıl zaman zaman yalnızlıktan ölesiye korktuğumu, isyan günlerinde nasıl
yoldaşlara omuz verdiğimi, yalnız başıma içmelerimi anlatmayı özlemişim dedin.
Baharı özledim dedin. Ömrümde sadece oğlumu kucağıma
aldığımda hissettiğim o o coşkun bahara doyamadım, güneşe çıkmayı, nefes almayı
özledim dedin.
Eskiden dört gözle yolunu gözlediğim postacının yolunu
gözler gibi bir mektubu açmayı özler gibi özledim umuda ışığa huzura dair her
şeyi dedin. O saf temiz zamanlarımızı özledim dedin.
Saatlerce konuştuk. İlk tanıştığımız zamanlardan gülerek
bahsettik. Ben ne kadar acısını hala hissetsem de yine de istemsiz bir tebessüm
indi dudaklarıma. O zaman ki çirkin hallerim. İlk fotoğrafımı gördüğünde "o sese
bu yüz ha" diye şaşkınlığını yazdığın mektubun geldi aklıma. Güldüm acınacak hatta bol bol
acıdığım hallerime tebessüm ettim.
Bende anlattım en az senin kadar. Bildiğin ve tahmin ettiğin
her şeyi yeniden. Bende anlattım acılarımı yaralarımı kavgalarımı direnişlerimi
kabullenişlerimi yenilgilerimi çocuklarımı çocukluklarımı…
Gün akşama dönüyordu gökyüzüne baktığımda. Kapatmak gerekti artık. Telefonu, konuyu, geçmişi, geleceği…
Seninle konuşmayı, gülümsemeyi nefes almayı herşeyi özledim dedin
de, bir seni özledim demedin.