28 Mart 2023 Salı

Çınar Ağacı

Damlarda gizleniyor 

Göçememiş saçak altı kuşları

Kanat vursalar göğe  donacaklar 

Göremeden ilkbaharı


Son güzde böyle bir kuşluk vakti

On üçüncü yılın on ikinci ayının on birinci günü

İnsanlar uykuda kuşlar sessiz

Yeni doğmuş bir bebek çığlığı hastane duvarlarında 

Kar serpiştiriyor bulutlar

Yollar daha yeni kır beyaz


Hiç bilmediğim bir his bu

Aşina olmadığım bir ses

Gerçekleşmez dediğim bir dilek

Yabancıladığım bir düş

Tutuşturdular avuçlarıma tüysüz minik bir kuş

O benden ürkek ben ondan ürkek

...

Olacak iş mi şimdi bu 

Kötülük çağının ortasında doğurduk seni

Biraz sabır anlatacağım olanı biteni


Sabretmek bizim mayamız

Güneşi tutmak biraz da bizim ellerimizde

Önce cemreler düşecek bir bir

Sonra nevruz  hıdırellez

Bak gördün mü bahar bir adım ötemizde


Vakur gözlerinde bitmez bir merak tutacaksın

Sessizliğinde  erdemliliğin kemalini

Biliyorum ki

Tadacaksın mutlaka 

Eski bir çınarın erincini


Havaya düşer düşmez cemre 

Salınacak kırlangıçlar

Dallarına doğru çınar ağacının

Ve yürüyecek insanlar 

Kötülük çağına savaş için

Altını üstüne getirecek meydanların


Veyahut tam tersi


Yürüyecek insanlar

Kötülük çağına savaş için

Altını üstüne getirecek meydanların

Ve havaya düşecek cemre

Salınacak kırlangıçlar özgürce

Dallarına doğru çınar ağacının











Şair Dili

Yepyeni bir dil icat edilmeli

Mucidi de filozoflar olmalı mutlaka

Hangi şair tamamlayabilmiş ki

İçinde hapis tuttuklarını

Yazının icadından bu yana

O şairler, bir yüzyıl daha yaşasalar

Hiç durmadan yazacaklar yine muhakkak

Ama içlerinde hep bir eksiklik kocaman bir ukde kalacak


6 Mart 2023 Pazartesi

Bitimsiz Mektup


Zamansızdın…
Ta, o ilk bana geldiğin gibi, yine zamansız çıkıvermiştin karşıma, o eski beyaz ekrandan. Küçücük bir fotoğraftı ilk gördüğüm.  Aynıydın, değişmemiştin ya da çok değişmiştin de, ben seni hala o günlerdeki gibi görüyordum, her yerde olduğu gibi bu küçük fotoğrafta da…
Küçük gözlerin hala küçük, ağzın hala şeker tebessümler içinde, yüzün hala güzel… Ve hala o kadar derin bakıyorsun ki, tüm evreni sığdırabilirim yine derinliğine…  Saatlerce seninle konuşabilir, tartışabilir, gözlerine, yüzüne bakarak susabilirim… Kuşları susturabilir, denizi susturabilir, göğü yere çalabilirim.
Hayatımın en güzel sürprizlerinden biriydi, heyecanla postacının elinden kaptığım, 3. Mektubundan çıkan o küçük fotoğrafta seni ilk görüşüm… İskenderun sahilinde kayaların üzerindeydin, İspanyol paça mavi kot pantolonun vardı üstünde. Deniz arkanda kocamandı ve gözlerin işte bende bu deniz gibiydi, derin ve esrarengiz… Kendinden büyük şeyler yazmıştın. Derinliğini daha ilk mektubunda hissetmiş ve sonsuz bir haz duymuştum… Fotoğrafınla birlikte bütünleştirmiştim, aşkımı, hazzımı ve özlemimi… Seni izledim, okudum, kokladım, yaşadım an be an. Çok zaman karşıdan gelen kişi sendin, her seferinde merhaba demeye yeltendiğim…
Sesin, görüntün, düşüncelerin, kelimelerin, yazdıkların söylediklerin, hissettiklerin her şey tamdı da tenin eksikti yalnızca… Dokunmak eksikti… Öpmek… Koklamak… Sarılmak… Ne kadar senden gelen her şeyi sarıp sarmalasam da eksikti işte…
Sana geldim, sarıldım, kokladım…  Ve gittim… Gittim ama, sen benden biraz önce gitmiştin zaten… Sarılırken, koklarken, dokunurken, omzuma koyduğun başın bambaşka bir düşünce denizinde belki kendi çıkmazları içinde kapılar açmaya uğraşıyordu…
Önce sen, sanki aramızdaki uçurumu önceden görmüş ve sessizce gitmiştin… Sanki gitmeni bekler gibi, sanki bu gidişlerin tüm günahını sadece sana yüklemek ister gibi, sanki bitişe senin bahane olmanı ister gibi hemen ardından ben gitmiştim…
Yokluğuna bile delicesine aşık olan ben, varlığında dünyaları yerinden oynatmaya namzet olan ben, hiç ısrarcı olmadan, kapılarına dayanmadan, şehirleri yakmadan, her şeyi arkamda bırakıp yollara düşmeden sessizce onaylamıştım gidişini…  Artık yokluğunun da yokluğuna alışmak zorundaydım… Bu, ne şekersiz çaya, ne bir yakının ölümüne, ne yeni bir şehirde bambaşka insanlara alışmaya benziyordu… Bu alışmak, hayatın başköşesinden, çöpçüler alsın diye seninle yarattığımız/yaşadığımız her şeyi kaldırıp sokağın başına bırakmaya da benzemiyordu…
Seni usul usul öldürmeliydim…  Acını çeke çeke varlığının/yokluğunun tüm izlerini silmeliydim… Şehirler değiştirmeliydim sık sık, işlere girip çıkmalıydım, sürekli yeni insanlar tanımalıydım, azıcık samimi olduklarıma seni anlatmalıydım uzun uzun. Sonra evime döndüğümde sen yokmuşsun gibi, ruhuma açılan o derin çukurun yokmuş gibi bilgisayarın başına geçip tekrar tekrar yeni insanlar tanımalıydım… Ama hepsini az tanımalıydım, az konuşmalıydım, az sevmeli, hayatımda az yer açmalıydım…
Öyle de yaptım… Herkesi az tanıdım, az sevdim, az seviştim. Hemen unuttum, her kim girdiyse hayatıma ve iliştiyse/iliştirdiysem ömrümün bir yerine…
Gözlerin ardındaki derinlik gibi derin bir çukur açarak gitmiştin içimde… Ne azar azar doldurabiliyordum bu çukuru, ne de üstünü kapatabiliyordum yalandan bahane örtüleriyle… O kocaman çukurun içimde kocaman yer tuttuğunu bir ben biliyordum…
Azar azar yaşadım her şeyi, aşkları, dostlukları, sevgileri, ihanetleri, şiiri, kelimeleri. Her şeyi ve herkesi tükettim hemen. Yoksa derin çukurlar açabilirlerdi -ki bu beden bu ruh ne ikinci büyük bir çukuru, ne de o kadar büyük yaralanmışlığı kaldıracak güce sahip değildi…

Bunu kendime itiraf ettiğimde, onca yıl geçmesine karşın, sana karşı ne kadar aciz olduğumu fark ettim.  Ne kadar zayıf, ne kadar güçsüz, ne kadar tekrar yaralanmaya açık, ne kadar ölüme hazır olduğumu hissettim…  Tıpkı sana neden gittin diyemediğim o ilk zamanlar gibi… Ben buradayım hey, sen ben artık biziz, tekiz, sen gidersen bende seninle gelirim, yahut senin gideceğin yer benim yanımdır diyemediğim gibi… Seni elinden tutup çekip alamadığım gibi…
Zamansızdın… Yıllar önce nasıl beyaz ekranda tesadüfen çıktıysan karşıma, her şeyi kabullenmişken, yokluğunun yokluğunu dahi ruhumun bir parçası gibi benimsemişken, onca yıl seni göreceğim anda nasıl dimdik ve güçlü ve sıradan duracağımın hesaplarını yapıp kendimi buna alıştırmışken, yine aynı beyaz ekrandan çıkıvermiştin karşıma…
Öylesine dolaşırken, tesadüfen, hazırlıksız ve çıplakken… Yaralanmaya hazır, geçmişe yeniden dönmeye hazırlıksızken, bir özgeçmişin sağ üst köşesinden yan durmuş gülümsüyordun yine… İlk dudaklarımdan dökülen sözcüktü, Hoş geldin küçük güzel kız…
Fotoğrafından birkaç gün sonra, kelimelerin döküldü ekrandan yine önüme… Nasılsın diye soruyordun? Sonra o soruyu ben kendime sordum. Nasıldım? 11 yıldır hiç unutmadığım, ne zaman kendi içime dönsem o soğuk yastıklarda, o derin büyük boşluğuna düştüğüm kadın şimdi bana nasıl olduğumu soruyordu. Nasıldım, nasıl oldum, nasıl olacaktım hiçbir fikrim yoktu… O derin yokluğunun yokluğuyla geçinip gidiyorduk işte… Geceleri buluşup içiyorduk bazen, bazen denize düşüyorduk, bazen sokağa tükürüp duvar diplerine işiyorduk… Nerede ne yapsam, hangi kimlikle, hangi canımı yaksam, dönüp dolaşıp geldiğim yer o derin çukurdu işte.
Sahi nasıldım ben 11 yıldır? Ya da beni boş ver sen nasıldın? Ben senin ruhunda bende açtığın kadar büyük bir boşluk açabilmiş miydim? Hangi sarhoş anında aklına geldim, hangi hüzünlü özlemin içinde adımı andın? Neler yaptın, kimlerle seviştin, kimlerin ruhunda derin yaralar açtın, kimlere o küçük şeker ağzınla gülümsedin, kimlerin ellerini tuttun o pamuk ellerinle? Hayat çok yaktı mı canını? Çok ağladın mı, çok özledin mi, kendi kabuğunda tanrıya küfrettin mi?
Diye soramadım, çünkü yanı başımda senin açtığın o büyük boşluğu doldurmaya aday olan, beni sevdiğini her daim hissettiğim, benim her ruh halimi kaldıran, içimdeki savaşlara saygı duyan kadın vardı… Utandım…
Yazamadım… Sadece, iyiyimsennasılsınevlenmişsinAllahmesutetsin gibi gündelik yaşamın içini boşaltarak sıradanlaştırdığı gelgeç cümleler kurdum… Ama konuşmalıydım, seni dinlemeliydim, susmalıydı(k)m… Onun için, arayacağını bildiğim için verdim sana telefon numaramı…
Çıldırasıya yiyordun beynimi… Seninle konuşuyordum sürekli, yolda, otobüste, işte, markette gördüğüm bütün kadınlar sendin… Sanki 11 yıl geçmemişte, yine sana gelmenin, sana sarılacak olmanın heyecanını taşıyordum içimde… Sanki postacı kapıya gene dayanacak üstünde bir sürü rengarenk yazıların olduğu mektuplar getirecekti… Sanki ben yine bir oturuşta tekrar tekrar okuduğum mektubunun her bir kelimesine upuzun cümlelerle yanıtlar yazıp, Cezmi Ersöz çakması denemeler yazarak, melankolik ve idealist hallerimi anlatacak gibiydim…
Hoş geldin diyordum haykırarak sürekli içimden, sessizce dışımdan… Hoş geldin güzel küçük sevgili… Bak şimdi büyüdü(k)m… biliyorum yanında yoktum büyürken… Birbirimizde değildik… Yaşam bizi büyütürken, acırken, kavga ederken, ağlarken, gülerken, koşarken, başarırken, başarısız olurken, kaybederken, kazanırken, özlerken… Birbirimizin yanında değildik ve belki de bunca sene belki de sadece birkaç kez birbirimizin aklından geçtik…
Birkaç gün sonra bir telefonuma gelen çağrının sen olduğunu, içimde dalgalar kopartmasından anlamıştım. Aradım… Bir yanım yok canım o değildir dese de o kadar kısıktı bu öngörünün sesi, gülmüştüm… Yeniden bahane arayışıma ve kendimden bu kadar emin oluşuma… Karşıdan gelen ses… Oydu işte, yıllar önce saatlerce kulağımda oynaşan, ruhumu yüreğimi okşayan, içine hiçbir şekilde yalanın, sırın, riyanın girmediği o güzel cümlelerin sahibinin sesiydi… Kısa ve öz konuşuyordun hala, hala tok ve emin geliyordu sesin… Beni kendine aşık edende ilk sesin değil miydi zaten… O sesti işte yine yıllar sonra telefonun ucundan ruhumu okşayan, dünyayı maviye boyayıp beni de tam ortasına atıp uzaktan izleyen.
Ne kadar yürüdüm, nereye kadar yürüdüm, ne kadar konuştuk, hatırlamıyorum şuan… Tek hatırladığım, tüm ruhum, karakterim, düşüncelerim, hislerim, nefeslerim, bakışım bedenim dışımdaki bana ait her şey tersine evrim geçirerek 12 yıl öncesine dönmüştü…
Şimdi yine ardı ardına cümleler geliyor dilime, özlemler, arayışlar, bulamayışlar, kaybedişler, sevişmişlikler, terkedilmişlikler, acımışlıklar, yaralanmışlıklar, sevmişlikler, kazanmışlıklar, kaybetmişlikler, aldanmışlıklar, aldatmışlıklar… Ve daha binlerce şeydi işte özlemimin kelimelerimin kıçına vurarak önüne itelediği…
Konuştuk, bizi biz yapan beyaz ekrandan görüştük, güzel sözler söyledik, acı gerçekler söyledik, ideallerimizi paylaştık, olmuşları, olmasını istediklerimizi ve olamayacakları dillendirdik… Birbirimizin ekseninde olmadığımızı düşündük, olmamızın gerekmediğini, yaşamın böyle garip bir şey olduğunu, onca acıyı tattırsa da küçücük bir tesadüfle insanı çocuklar kadar neşeli yapabildiğini, artık tablonun tamamını görebildiğimizi düşündük…
Görmeliydim seni, aynı ürkekliğimle dokunmalı, seni kocaman özlemle sarmalıydım… Yanına geldim… Eskiden beni sana getiren, yokluğunu en yoğun hissettiren kentteydin… Yanına geldim… Yağmurluydu… Yıllar önceki yaz mevsimi gelişlerimin aksine bu hüzün kenti yağmurluydu… Güzeldi…
Küçük bir büfenin önünden alacaktın beni… Heyecanımı bastırmak için 5 tane sakız atmıştım ağzıma, yerimde dönüp duruyordum, yağmura bakıyordum kafamı göğe dikip… Ağzımı dolduran keskin nane tadı bastıramıyordu heyecanımı…
Uzaktan gördüm seni, kim bilir hangi acıları sığdırdığın o küçük gözlerin ve küçük ağzın kocaman bir gülümsemeyle yaklaşıyordu bana…  Geldin. Sarıldın bana aceleyle… Erkenden uyanmış olmanın verdiği  komik kızgınlığın o kadar tatlıydı ki, beni o an ölüme bile götürsen gülümseyebilir, sana, olsun sen öldür beni diyebilirdim…
Yan yana yürüyorduk… Yağmur kah hızlanıyor kah yavaşlıyordu ama biz hep aynı tempoda, çok az konuşarak yürüyorduk… Hiç bitmesini istemediğim yürüyüşlerden biri olarak yazılmıştı tarihime çoktan… Erken sayılabilecek bir saatte, kahvaltı yapmak için bir yere oturduk… Bu seninle birlikte yediğimiz 3. Yemekti. 12 yılda 3 yemek, ne kadar da doyurucu diye geçirdim içimden… Açlığım sanaydı… İlk iki yemekte de olduğu gibi bir şey yiyememiştim heyecandan… Konuştuk sadece… Havadan sudan… En çokta yaptığımız güzel şeylerden… Sen akademik başarılarını anlattın, ben nasıl aktivist olduğumu… Değişmemiştik ikimizde… Aynıydık, eskiden de sen derslere çalışmam gerek diye kapatırdın telefonu, ben de kendimi hep sokağa atardım…
Seni konuşurken izledim… Defalarca hoş geldin dedim… Ruhum nasıl da eksikti yarımdı, nasılda özlemişti seni… Ta 12 yıl önce hiç görmediğim fakat tanrıça gibi sevdiğim kadını görmeye gözümü karartıp ülkenin diğer ucuna gittiğim gibi, bu gidişimde yine aynı deliliği ve özlemi, aynı koşulsuz sevgiyi, karşılıksız masum bir hissiyatı  barındırıyordu içinde… Ruhumdu tatmin edilmeye en muhtaç olan. Ondan geldim sana… Koşarak, uykuları, kimlikleri, yaşanmışlıkları, geçmişi, geleceği yarıda oldukları yerde bırakarak geldim… Senin yanında olduğum andı işte her şey… Camdan bir kafes içindeymişiz de yaşam adına hiçbir şey içeri giremiyormuş gibiydi…
Sonra birkaç yere daha gittik… Soğuk sokaklarda yürüdük, üşüdük, sıcak yerlere attık kendimizi, kahvemizi biramızı içtik, sigara hiç bu kadar lezzetli olmamıştı…. Ve hiç düşünmemiştim sıradan bir sigaraya sırf seninle içtiğim için anlam yükleyeceğimi lakin o bile benim için o kadar değerliydi ki… Bazen sarıldım sana… Küçük utangaç kaçamak sarılmalar… eline dokundum bazen… Gözlerine baktım… Yüzünün güzelliğine baktım…
Sonra gitme vaktiydi… Kalabalık bir metro istasyonunda sadece seni görüyordu gözlerim… Ve belki de son kez sarılıyordum sana… Kokunu, o hiç unutmadığım, doyamadığım kokunu son kez çekiyordum belki de içime… Son kez o güzel küçük gözlerini görüyordum ve elini tutuyordum belki de son kez… Sen gözden kaybolduğunda puf olacaktı ve balkabağına dönüşecekti şehir… Ve gerçekler cam kapılarda beklemenin sıkıntısıyla vuracaklardı yüzüme…
Yürüdüm… Çok uzun bir süre çok uzun bir mesafeydi belki yürüdüm… Üşümeye başladığımda yani soğuk seni içimin bir kenarlarına itmeye çalıştığında eve gitmem gerektiğinin farkına vardım… Sana gelmek fikri o kadar yakın ve o kadar olanaksızdı ki…
Eve döndüğümde usulca örtmüştüm o derin boşluğunun üzerini… Artık o kadar normaldi ki her şey, seninle kocaman bir tesadüf ve sanal kavga eseri tanışmam, onca mektuplaşmamız, sana gelişlerim, kavgalarımız, gidişlerimiz, onca yıl hiç görüşmeden ve belki aramadan hayata devam etmemiz ve yıllar sonra yine o beyaz ekrandan birbirimizi bulmamız… O kadar normal ki…
O kadar normal ki senin ağzından çıkacak tek kelimeyle kalbimin bütün bütün yerinden çıkacakmışçasına heyecanlanmam, her defasında sana koşarak gelmek isteyişlerim… Elini tutmak isteyişlerim ama tutamayışlarım, sarılmadan sarılmanın hazzını yaşayışlarım… 
Tanıştığımız günden bu zamana kadar bana;
Dokunmadan, sarılmadan, koklamadan, görmeden sevmeyi öğrettiğin için, uzun yıllar sonra bile kıvılcımların nasılda yangın çıkartabildiğini bir kez daha gösterdiğin için, uzun uzun susmaların aslında içimizde nasıl bir kabulleniş doğurduğunu deneyerek yaşattığın için,  onca sene hal, tavır ve bakışlarımız değişse olgunlaşsa bile o ilk heyecanı hala eksiltmeden içimizde taptaze tutmayı öğrettiğin için, hayatımın bir yerinde ve süregelen bir zamanın da yer aldığın ve hatta o zamana derin izler bıraktığın için, söylemesen bile o küçük gözlerinin ardından gözlerime düşen bakışlarınla nasıl özlediğini hissettirdiğin için, yaşanan o küçük, kısa şeylerin masumiyetini şimdinin onca gerçeğine rağmen hala koruduğun için, nasıl ilk tanışmamızda ve hatta buluşmamızda küçük çocuk saflığında tartışmalar yaşadıysak, onca yıl sonra görüşmemizin ertesi gününde aynı tadı bir kez daha yaşattığın için, her şey değişirken benim ruhumda ve hafızamda yer eden sana dair her şeyi koruduğun ve benim yıllar sonra seni hiç değişmeden bulmamı sağladığın için, beni bir süre önce terk eden şu lanet olası kelimelerin yolunu bana çevirip yeniden şiirlere ve mektuplara dönüştürdüğün için, sana dair her şeyi birkaç yıl önce bir çöp kutusunun kenarına gözyaşları içinde bırakmışken, tanrının bana bir ödülüymüşçesine varlığını tekrar yaşamımın tam orta noktasına sokup, bana allak bullak olmanın mutluluğunu yaşattığın için…
Sonsuz teşekkür ediyorum sana…
Ve tanrıya dua ediyorum en iyi kalpli ve en güzel meleğini bana göndererek koşulsuz sevmek denilen o güzel erdemi ruhumun ve kalbimin her yerine buladığı için…

Merhaba


Merhaba;
Merhaba, geçmişimin gönül yarası, kaybedişlerimin bıçak izi, gülüşlerimin gamzesi.
Merhaba, solmuş gülümün yeniden dirilen goncası, ellerimin hasretle yollarını gözlediği sıcaklık.
Merhaba, on dokuz yaşımın divane eden hasreti,  isyanımın karanfil çiçeği, yüreğimin küllenmeyen közü.
Merhaba, küfrederek çıktığım o taş kaldırımlı bitmek bilmez ömrümün en huzurlu yokuşu.
Merhaba, bana seni hatırlatan her şeyde içimi kıpır kıpır eden o saf ve yerinde durmaz duygu.
Merhaba, kah durulan kah coşkun seller gibi coşan ve bir yerlerinde kelebeklerimi gökyüzüne salıveren Asi Nehrim…
Merhaba, her aklıma düştüğünde koşumundan kopan yalnızlığımın doru atı,
 Belki koca bir mektubu merhabaya ayırmam gerek. Bunca ağır özlemi hangi selam hangi kelam tarif edebilir ki?
Bunu bir kavuşma sayarsak kelimelerimle ve geçmişimin olgunlaştırdığı özlemlerimle kocaman sarılıyorum sana. Yaptığımız tercihlerin sorumluluğunu taşımak bazen üzse de bizi, onca yılımı azala azala olsa da bir karanlık mahzenin, bir özlem mabedinin içinde sükuta sarılarak geçirmeme vesile olsan da inan dökülen saçlarımın bir teli kadar kıymet-i  harbiyesi yok benim için. Onca acının yoksulluğumun tek sebebi de tek kıymeti de sensin.
Ne anlatayım bilmiyorum. Daha doğrusu nereden başlasam? Seninle başlayan yerden mi yoksa gittiğin yerden mi hiç bilmiyorum. Elim beni nereye götürürse oradan başlayıp yazacağım. Ellerime bırakıyorum kontrolü. Zihnimin bir hükmü yok…Akacak sanırım ellerim bu mektupta ve sonrakilerde beni sana getiren o deli nehir gibi. Hep yaptığı gibi…
Sen yokken neler yaptığımı hayatımın özetini anlatmayacağım. En azından şimdilik. Onları yavaş yavaş diğer mektuplarda yazarım belki. Bilmiyorum.
Yine senden kalan diyebileceğim bir şey daha buldum. Tam olarak senden kalan sayılmasa da en azından senin varlığının ve yokluğunun bana yazdırdıkları bunlar.Yokluğunun ardından geçen bir kaç  senenin özeti gibi bir şey.
Çok basit gelebilir. Öyleler zaten. Çünkü seni öyle basit sevmiş, öyle basit özlemiş, öyle basit yaşamış, öyle basit yazmıştım. İddiam yoktu sana ve bize dair. Beylik laflarım büyük hedeflerim de yoktu. Sadece sevmek vardı işte küçük sıradan, bir elma kurdunun elmayı sevmesi gibi… 
Bunca yılı anlatmaya bunlar ile başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 
Şimdilik diyeceklerim bunlar.
Yıllar sonra bizi bir akıntı içerisinde yeniden karşılaştırdığı ve yıllar önce bir restoran da bana aşkın varlığına inandıran o hatırayı yeniden hatırlattığı için nehire, beni merak ettiğin ve daha bir çok şey  için sana teşekkürler…
Sevgimle ve özlemle hep…

O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...