Zamansızdın…
Ta, o ilk bana geldiğin gibi, yine
zamansız çıkıvermiştin karşıma, o eski beyaz ekrandan. Küçücük bir fotoğraftı
ilk gördüğüm. Aynıydın, değişmemiştin ya
da çok değişmiştin de, ben seni hala o günlerdeki gibi görüyordum, her yerde
olduğu gibi bu küçük fotoğrafta da…
Küçük gözlerin hala küçük, ağzın hala
şeker tebessümler içinde, yüzün hala güzel… Ve hala o kadar derin bakıyorsun
ki, tüm evreni sığdırabilirim yine derinliğine…
Saatlerce seninle konuşabilir, tartışabilir, gözlerine, yüzüne bakarak
susabilirim… Kuşları susturabilir, denizi susturabilir, göğü yere çalabilirim.
Hayatımın en güzel sürprizlerinden
biriydi, heyecanla postacının elinden kaptığım, 3. Mektubundan çıkan o küçük
fotoğrafta seni ilk görüşüm… İskenderun sahilinde kayaların üzerindeydin,
İspanyol paça mavi kot pantolonun vardı üstünde. Deniz arkanda kocamandı ve
gözlerin işte bende bu deniz gibiydi, derin ve esrarengiz… Kendinden büyük
şeyler yazmıştın. Derinliğini daha ilk mektubunda hissetmiş ve sonsuz bir haz
duymuştum… Fotoğrafınla birlikte bütünleştirmiştim, aşkımı, hazzımı ve
özlemimi… Seni izledim, okudum, kokladım, yaşadım an be an. Çok zaman karşıdan
gelen kişi sendin, her seferinde merhaba demeye yeltendiğim…
Sesin, görüntün, düşüncelerin,
kelimelerin, yazdıkların söylediklerin, hissettiklerin her şey tamdı da tenin
eksikti yalnızca… Dokunmak eksikti… Öpmek… Koklamak… Sarılmak… Ne kadar senden
gelen her şeyi sarıp sarmalasam da eksikti işte…
…
Sana geldim, sarıldım, kokladım… Ve gittim… Gittim ama, sen benden biraz önce
gitmiştin zaten… Sarılırken, koklarken, dokunurken, omzuma koyduğun başın
bambaşka bir düşünce denizinde belki kendi çıkmazları içinde kapılar açmaya
uğraşıyordu…
Önce sen, sanki aramızdaki uçurumu
önceden görmüş ve sessizce gitmiştin… Sanki gitmeni bekler gibi, sanki bu
gidişlerin tüm günahını sadece sana yüklemek ister gibi, sanki bitişe senin
bahane olmanı ister gibi hemen ardından ben gitmiştim…
Yokluğuna bile delicesine aşık olan
ben, varlığında dünyaları yerinden oynatmaya namzet olan ben, hiç ısrarcı olmadan,
kapılarına dayanmadan, şehirleri yakmadan, her şeyi arkamda bırakıp yollara
düşmeden sessizce onaylamıştım gidişini…
Artık yokluğunun da yokluğuna alışmak zorundaydım… Bu, ne şekersiz çaya,
ne bir yakının ölümüne, ne yeni bir şehirde bambaşka insanlara alışmaya
benziyordu… Bu alışmak, hayatın başköşesinden, çöpçüler alsın diye seninle
yarattığımız/yaşadığımız her şeyi kaldırıp sokağın başına bırakmaya da
benzemiyordu…
Seni usul usul öldürmeliydim… Acını çeke çeke varlığının/yokluğunun tüm
izlerini silmeliydim… Şehirler değiştirmeliydim sık sık, işlere girip
çıkmalıydım, sürekli yeni insanlar tanımalıydım, azıcık samimi olduklarıma seni
anlatmalıydım uzun uzun. Sonra evime döndüğümde sen yokmuşsun gibi, ruhuma
açılan o derin çukurun yokmuş gibi bilgisayarın başına geçip tekrar tekrar yeni
insanlar tanımalıydım… Ama hepsini az tanımalıydım, az konuşmalıydım, az
sevmeli, hayatımda az yer açmalıydım…
Öyle de yaptım… Herkesi az tanıdım, az
sevdim, az seviştim. Hemen unuttum, her kim girdiyse hayatıma ve iliştiyse/iliştirdiysem
ömrümün bir yerine…
Gözlerin ardındaki derinlik gibi derin
bir çukur açarak gitmiştin içimde… Ne azar azar doldurabiliyordum bu çukuru, ne
de üstünü kapatabiliyordum yalandan bahane örtüleriyle… O kocaman çukurun
içimde kocaman yer tuttuğunu bir ben biliyordum…
Azar azar yaşadım her şeyi, aşkları,
dostlukları, sevgileri, ihanetleri, şiiri, kelimeleri. Her şeyi ve herkesi
tükettim hemen. Yoksa derin çukurlar açabilirlerdi -ki bu beden bu ruh ne
ikinci büyük bir çukuru, ne de o kadar büyük yaralanmışlığı kaldıracak güce
sahip değildi…
Bunu kendime itiraf ettiğimde, onca
yıl geçmesine karşın, sana karşı ne kadar aciz olduğumu fark ettim. Ne kadar zayıf, ne kadar güçsüz, ne kadar
tekrar yaralanmaya açık, ne kadar ölüme hazır olduğumu hissettim… Tıpkı sana neden gittin diyemediğim o ilk
zamanlar gibi… Ben buradayım hey, sen ben artık biziz, tekiz, sen gidersen
bende seninle gelirim, yahut senin gideceğin yer benim yanımdır diyemediğim
gibi… Seni elinden tutup çekip alamadığım gibi…
…
Zamansızdın… Yıllar önce nasıl beyaz
ekranda tesadüfen çıktıysan karşıma, her şeyi kabullenmişken, yokluğunun
yokluğunu dahi ruhumun bir parçası gibi benimsemişken, onca yıl seni göreceğim
anda nasıl dimdik ve güçlü ve sıradan duracağımın hesaplarını yapıp kendimi
buna alıştırmışken, yine aynı beyaz ekrandan çıkıvermiştin karşıma…
Öylesine dolaşırken, tesadüfen,
hazırlıksız ve çıplakken… Yaralanmaya hazır, geçmişe yeniden dönmeye
hazırlıksızken, bir özgeçmişin sağ üst köşesinden yan durmuş gülümsüyordun
yine… İlk dudaklarımdan dökülen sözcüktü, Hoş geldin küçük güzel kız…
Fotoğrafından birkaç gün sonra,
kelimelerin döküldü ekrandan yine önüme… Nasılsın diye soruyordun? Sonra o
soruyu ben kendime sordum. Nasıldım? 11 yıldır hiç unutmadığım, ne zaman kendi
içime dönsem o soğuk yastıklarda, o derin büyük boşluğuna düştüğüm kadın şimdi
bana nasıl olduğumu soruyordu. Nasıldım, nasıl oldum, nasıl olacaktım hiçbir
fikrim yoktu… O derin yokluğunun yokluğuyla geçinip gidiyorduk işte… Geceleri
buluşup içiyorduk bazen, bazen denize düşüyorduk, bazen sokağa tükürüp duvar
diplerine işiyorduk… Nerede ne yapsam, hangi kimlikle, hangi canımı yaksam,
dönüp dolaşıp geldiğim yer o derin çukurdu işte.
Sahi nasıldım ben 11 yıldır? Ya da
beni boş ver sen nasıldın? Ben senin ruhunda bende açtığın kadar büyük bir
boşluk açabilmiş miydim? Hangi sarhoş anında aklına geldim, hangi hüzünlü
özlemin içinde adımı andın? Neler yaptın, kimlerle seviştin, kimlerin ruhunda
derin yaralar açtın, kimlere o küçük şeker ağzınla gülümsedin, kimlerin
ellerini tuttun o pamuk ellerinle? Hayat çok yaktı mı canını? Çok ağladın mı,
çok özledin mi, kendi kabuğunda tanrıya küfrettin mi?
Diye soramadım, çünkü yanı başımda
senin açtığın o büyük boşluğu doldurmaya aday olan, beni sevdiğini her daim
hissettiğim, benim her ruh halimi kaldıran, içimdeki savaşlara saygı duyan
kadın vardı… Utandım…
Yazamadım… Sadece,
iyiyimsennasılsınevlenmişsinAllahmesutetsin gibi gündelik yaşamın içini
boşaltarak sıradanlaştırdığı gelgeç cümleler kurdum… Ama konuşmalıydım, seni
dinlemeliydim, susmalıydı(k)m… Onun için, arayacağını bildiğim için verdim sana
telefon numaramı…
Çıldırasıya yiyordun beynimi… Seninle
konuşuyordum sürekli, yolda, otobüste, işte, markette gördüğüm bütün kadınlar
sendin… Sanki 11 yıl geçmemişte, yine sana gelmenin, sana sarılacak olmanın
heyecanını taşıyordum içimde… Sanki postacı kapıya gene dayanacak üstünde bir
sürü rengarenk yazıların olduğu mektuplar getirecekti… Sanki ben yine bir
oturuşta tekrar tekrar okuduğum mektubunun her bir kelimesine upuzun cümlelerle
yanıtlar yazıp, Cezmi Ersöz çakması denemeler yazarak, melankolik ve idealist
hallerimi anlatacak gibiydim…
Hoş geldin diyordum haykırarak sürekli
içimden, sessizce dışımdan… Hoş geldin güzel küçük sevgili… Bak şimdi
büyüdü(k)m… biliyorum yanında yoktum büyürken… Birbirimizde değildik… Yaşam
bizi büyütürken, acırken, kavga ederken, ağlarken, gülerken, koşarken,
başarırken, başarısız olurken, kaybederken, kazanırken, özlerken… Birbirimizin
yanında değildik ve belki de bunca sene belki de sadece birkaç kez birbirimizin
aklından geçtik…
Birkaç gün sonra bir telefonuma gelen
çağrının sen olduğunu, içimde dalgalar kopartmasından anlamıştım. Aradım… Bir
yanım yok canım o değildir dese de o kadar kısıktı bu öngörünün sesi,
gülmüştüm… Yeniden bahane arayışıma ve kendimden bu kadar emin oluşuma…
Karşıdan gelen ses… Oydu işte, yıllar önce saatlerce kulağımda oynaşan, ruhumu
yüreğimi okşayan, içine hiçbir şekilde yalanın, sırın, riyanın girmediği o
güzel cümlelerin sahibinin sesiydi… Kısa ve öz konuşuyordun hala, hala tok ve
emin geliyordu sesin… Beni kendine aşık edende ilk sesin değil miydi zaten… O
sesti işte yine yıllar sonra telefonun ucundan ruhumu okşayan, dünyayı maviye
boyayıp beni de tam ortasına atıp uzaktan izleyen.
Ne kadar yürüdüm, nereye kadar
yürüdüm, ne kadar konuştuk, hatırlamıyorum şuan… Tek hatırladığım, tüm ruhum,
karakterim, düşüncelerim, hislerim, nefeslerim, bakışım bedenim dışımdaki bana
ait her şey tersine evrim geçirerek 12 yıl öncesine dönmüştü…
Şimdi yine ardı ardına cümleler
geliyor dilime, özlemler, arayışlar, bulamayışlar, kaybedişler, sevişmişlikler,
terkedilmişlikler, acımışlıklar, yaralanmışlıklar, sevmişlikler,
kazanmışlıklar, kaybetmişlikler, aldanmışlıklar, aldatmışlıklar… Ve daha
binlerce şeydi işte özlemimin kelimelerimin kıçına vurarak önüne itelediği…
Konuştuk, bizi biz yapan beyaz
ekrandan görüştük, güzel sözler söyledik, acı gerçekler söyledik, ideallerimizi
paylaştık, olmuşları, olmasını istediklerimizi ve olamayacakları dillendirdik…
Birbirimizin ekseninde olmadığımızı düşündük, olmamızın gerekmediğini, yaşamın
böyle garip bir şey olduğunu, onca acıyı tattırsa da küçücük bir tesadüfle
insanı çocuklar kadar neşeli yapabildiğini, artık tablonun tamamını
görebildiğimizi düşündük…
Görmeliydim seni, aynı ürkekliğimle
dokunmalı, seni kocaman özlemle sarmalıydım… Yanına geldim… Eskiden beni sana
getiren, yokluğunu en yoğun hissettiren kentteydin… Yanına geldim… Yağmurluydu…
Yıllar önceki yaz mevsimi gelişlerimin aksine bu hüzün kenti yağmurluydu…
Güzeldi…
Küçük bir büfenin önünden alacaktın
beni… Heyecanımı bastırmak için 5 tane sakız atmıştım ağzıma, yerimde dönüp
duruyordum, yağmura bakıyordum kafamı göğe dikip… Ağzımı dolduran keskin nane
tadı bastıramıyordu heyecanımı…
Uzaktan gördüm seni, kim bilir hangi
acıları sığdırdığın o küçük gözlerin ve küçük ağzın kocaman bir gülümsemeyle
yaklaşıyordu bana… Geldin. Sarıldın bana
aceleyle… Erkenden uyanmış olmanın verdiği
komik kızgınlığın o kadar tatlıydı ki, beni o an ölüme bile götürsen
gülümseyebilir, sana, olsun sen öldür beni diyebilirdim…
Yan yana yürüyorduk… Yağmur kah
hızlanıyor kah yavaşlıyordu ama biz hep aynı tempoda, çok az konuşarak
yürüyorduk… Hiç bitmesini istemediğim yürüyüşlerden biri olarak yazılmıştı
tarihime çoktan… Erken sayılabilecek bir saatte, kahvaltı yapmak için bir yere
oturduk… Bu seninle birlikte yediğimiz 3. Yemekti. 12 yılda 3 yemek, ne kadar da doyurucu diye geçirdim içimden… Açlığım sanaydı…
İlk iki yemekte de olduğu gibi bir şey yiyememiştim heyecandan… Konuştuk
sadece… Havadan sudan… En çokta yaptığımız güzel şeylerden… Sen akademik
başarılarını anlattın, ben nasıl aktivist olduğumu… Değişmemiştik ikimizde…
Aynıydık, eskiden de sen derslere çalışmam gerek diye kapatırdın telefonu, ben
de kendimi hep sokağa atardım…
Seni konuşurken izledim… Defalarca
hoş geldin dedim… Ruhum nasıl da eksikti yarımdı, nasılda özlemişti seni… Ta 12
yıl önce hiç görmediğim fakat tanrıça gibi sevdiğim kadını görmeye gözümü
karartıp ülkenin diğer ucuna gittiğim gibi, bu gidişimde yine aynı deliliği ve
özlemi, aynı koşulsuz sevgiyi, karşılıksız masum bir hissiyatı barındırıyordu içinde… Ruhumdu tatmin
edilmeye en muhtaç olan. Ondan geldim sana… Koşarak, uykuları, kimlikleri,
yaşanmışlıkları, geçmişi, geleceği yarıda oldukları yerde bırakarak geldim…
Senin yanında olduğum andı işte her şey… Camdan bir kafes içindeymişiz de yaşam
adına hiçbir şey içeri giremiyormuş gibiydi…
Sonra birkaç yere daha gittik… Soğuk
sokaklarda yürüdük, üşüdük, sıcak yerlere attık kendimizi, kahvemizi biramızı
içtik, sigara hiç bu kadar lezzetli olmamıştı…. Ve hiç düşünmemiştim sıradan
bir sigaraya sırf seninle içtiğim için anlam yükleyeceğimi lakin o bile benim
için o kadar değerliydi ki… Bazen sarıldım sana… Küçük utangaç kaçamak
sarılmalar… eline dokundum bazen… Gözlerine baktım… Yüzünün güzelliğine baktım…
Sonra gitme vaktiydi… Kalabalık bir
metro istasyonunda sadece seni görüyordu gözlerim… Ve belki de son kez
sarılıyordum sana… Kokunu, o hiç unutmadığım, doyamadığım kokunu son kez
çekiyordum belki de içime… Son kez o güzel küçük gözlerini görüyordum ve elini
tutuyordum belki de son kez… Sen gözden kaybolduğunda puf olacaktı ve
balkabağına dönüşecekti şehir… Ve gerçekler cam kapılarda beklemenin
sıkıntısıyla vuracaklardı yüzüme…
Yürüdüm… Çok uzun bir süre çok uzun
bir mesafeydi belki yürüdüm… Üşümeye başladığımda yani soğuk seni içimin bir
kenarlarına itmeye çalıştığında eve gitmem gerektiğinin farkına vardım… Sana
gelmek fikri o kadar yakın ve o kadar olanaksızdı ki…
Eve döndüğümde usulca örtmüştüm o
derin boşluğunun üzerini… Artık o kadar normaldi ki her şey, seninle kocaman
bir tesadüf ve sanal kavga eseri tanışmam, onca mektuplaşmamız, sana
gelişlerim, kavgalarımız, gidişlerimiz, onca yıl hiç görüşmeden ve belki
aramadan hayata devam etmemiz ve yıllar sonra yine o beyaz ekrandan
birbirimizi bulmamız… O kadar normal ki…
O kadar normal ki senin ağzından
çıkacak tek kelimeyle kalbimin bütün bütün yerinden çıkacakmışçasına
heyecanlanmam, her defasında sana koşarak gelmek isteyişlerim… Elini tutmak
isteyişlerim ama tutamayışlarım, sarılmadan sarılmanın hazzını
yaşayışlarım…
Tanıştığımız günden bu zamana kadar
bana;
Dokunmadan, sarılmadan, koklamadan,
görmeden sevmeyi öğrettiğin için, uzun yıllar sonra bile kıvılcımların nasılda
yangın çıkartabildiğini bir kez daha gösterdiğin için, uzun uzun susmaların
aslında içimizde nasıl bir kabulleniş doğurduğunu deneyerek yaşattığın için, onca sene hal, tavır ve bakışlarımız değişse
olgunlaşsa bile o ilk heyecanı hala eksiltmeden içimizde taptaze tutmayı
öğrettiğin için, hayatımın bir yerinde ve süregelen bir zamanın da yer aldığın
ve hatta o zamana derin izler bıraktığın için, söylemesen bile o küçük
gözlerinin ardından gözlerime düşen bakışlarınla nasıl özlediğini
hissettirdiğin için, yaşanan o küçük, kısa şeylerin masumiyetini şimdinin onca
gerçeğine rağmen hala koruduğun için, nasıl ilk tanışmamızda ve hatta
buluşmamızda küçük çocuk saflığında tartışmalar yaşadıysak, onca yıl sonra
görüşmemizin ertesi gününde aynı tadı bir kez daha yaşattığın için, her şey
değişirken benim ruhumda ve hafızamda yer eden sana dair her şeyi koruduğun ve
benim yıllar sonra seni hiç değişmeden bulmamı sağladığın için, beni bir süre
önce terk eden şu lanet olası kelimelerin yolunu bana çevirip yeniden şiirlere
ve mektuplara dönüştürdüğün için, sana dair her şeyi birkaç yıl önce bir çöp
kutusunun kenarına gözyaşları içinde bırakmışken, tanrının bana bir
ödülüymüşçesine varlığını tekrar yaşamımın tam orta noktasına sokup, bana allak
bullak olmanın mutluluğunu yaşattığın için…
Sonsuz teşekkür ediyorum sana…
Ve tanrıya dua ediyorum en iyi kalpli
ve en güzel meleğini bana göndererek koşulsuz sevmek denilen o güzel erdemi
ruhumun ve kalbimin her yerine buladığı için…