27 Şubat 2017 Pazartesi

Uçurtma

sokaktan besliyorum gülücüklerimi
bundandır hep
üstüm başım toz toprak
direncim dağ
direncim pamuk şekeri
ürkmüyorum ama
kocaman kocaman oluyor gözlerim
annem gibi de değil ki uçurtma
24052007

Uzakta

Martı yok ki buralarda
Gözlerim kanatlarına asılsın

Havalar soğuk, insanlar soğuk

Kerpiçten evler var
Çamurdan yapılmış yollar
Yüreğime benziyor
 Ne yana baksan hüzne batmaktasın
Yemyeşil kırlar yok ki burada
Şöyle boylu boyuna uzanasın

2002 Çankırı

Vanilya Kokusu

ve siz;
vanilya kokulu güzel bayan
nasıl alırsınız hüzünlü yağmur kaçamaklarınızı

durun
sakın acele etmeyin
daha çok var
toprakla cemrenin buluşmasına
göz kırpmasına
şimal yıldızının aydınlık bahar gecelerinde
kurgular
planlar
taktikler

an geldi
kılıçlar kınından çekildi erkenden
kavgalar başladı aşk için sözde
...
oysa tanrı cehennemi de yaratmıştı
aşkı bilmeyenler için kapıları ateşten


09012005

Taş Düşüşleri

geceye dokunmuş öksüz bir çocuk gibi
sokağın başında ağlayan bir adam
yıldızlar bu gece inadına kör

ince bir sızı içten içe kemiriyor beni
aydınlatmaz dünyayı ağzınla kuş tutsan

alnı gibi buruşmuş adamın elleri de
hayalleri öksüz
geceye dokunmuş yoksul çocuk kadar

ve her yere düşüşümde
içime içime giriyor yeni bir başlangıç

son olsun bu kez
yaşamayayım uçurumdan aşağı taş düşüşlerini
şaraptan bozma terler dökerek alnımdan
bana kalsın
maviliğin denizi
çığırtkan martı seslerim

31102007

22 Şubat 2017 Çarşamba

Hey Hat

anlamıştım bir gün suların durulacağını
yoksul bir ekim akşamı
menevşe şerbetinde seviştiğimde...

hey hat...


anladım ki
gözlerinde kaybolduğum güzel
tanrının ta kendisiymiş...

hey hat...

yaşamak ne güzel şeymiş...

13032008

Teslimiyet

Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde. 
Beni yalnız sen mahkum eyle sen azad. 
Ve yalnız sen iste özgürlüğümü benden
ki nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim. 

Geceye Verdik

Bir gece yarısı Loş koridor ışığında gördüm seni Belli belirsizdin, aynı güzeldin Saçların dağınık, yüzün solmuş, kıyafetin inceydi Üşür gibiydi(k)n Ve biz Geceye verdik üşümeleri, ürpermeleri Tenimizden sebep değil dedik hep Kapılar kapalı, yangın yeri bütün kaçışlar Kalksam, dokunsam sana Etin etimde eriyecek biliyorum Oysa sen bir küfür gibisin şimdi dilimde Okkalı ve ağız dolusu Kus diyordu içim Yut diyordu dilim Ve biz Geceye verdik yutkunmaları, bulantıları Acımızdan sebep değil dedik hep Bu gece yarısı Sesin çalındı kulağıma Kelimelerin ürkek, sesin kısık, dudakların titrek Kısaydı ama güzeldi söylediklerin Dilimizden dökülenler(l)e kanıyor gibiydi(k)n Ve biz Geceye verdik susmaları, suskunlukları Kan(a)maktan sebep değil dedik hep İşte bu sabaha karşı Bir minare şerefesinden Dökülürken ruhumuza buluşmanın salası, Herkesler giderken bir bir kendinden sebep Geceye verdik biz gidişleri, dönmeyişleri Korkmaktan sebep değil dedik Ve bu yüzden Ölmekten sebep sevdik hep 08062016

Yarın Güzel Birşey Olsun

Yağmur yağıyor… Bir zalimin eliyle yakılmış iç yangınlarını söndürmek istercesine… Bardağı devirmek, acının değdiği her yeri suyla boğmak istercesine yağıyor. Bilmiyor yağmur acının büyüklüğünü, yıkılmışlığın boyutunu. Yağıyor, bulutları doldurup doldurup, bilmeden daha cana değmeden buharlaşıp yittiğini… Yağıyor yağmur, bir menekşenin kırılmış dallarını yerlerinden koparırcasına, toprağı eritip suya katarcasına.
Seni çırılçıplak yaktığım yangında buz gibi üşütürken, üşüyorum bende… Tuzla buz ediyorum vicdanımı… Sana bakmaya, eşyalara dokunmaya, fotoğrafınla konuşmaya, yemeye, içmeye, nefes almaya utanıyorum…
Nereye dönsem kendi zalimliğimi, acımasızlığımı görüyorum… Seni görüyorum. Gördükçe buz gibi titreme nöbetlerini, ısıtmaya korkuyorum. Isıtamam diye korkuyorum. Daha çok üşütür öldürürüm diye korkuyorum… Kapını çalmaya, sana sesimi uzatmaya, yanından geçmeye utanıyorum. Gözlerine yakalanırsam ölürüm… Gözlerimi gözlerine çevirmeye utanıyorum…
Yağmur yağıyor... Acı yağıyor onunla birlikte. Yalnızlık, yıkılmışlık, güvensizlik, çıplaklık, korku, nefret yağıyor… Yıktığım harabelerin enkazı yağıyor etlerime çarpa çarpa. Savuramıyorum… Avunamıyor, avutamıyorum…
Seni anlamaya çalışıyorum. Acına dokunmaya hissetmeye, acında kendimi yakmaya çalışıyorum. Bilemiyorum yangının nasıl dineceğini, üşümenin nasıl geçeceğini, onca yıkılanın yerine nelerin dikileceğini dikilmesi gerektiğini…
Seni ihanetim, beni pişmanlığım yakıyor… Ve sevmekten başka hiç birşey yapmayan seni de öldürüyorum kendi ellerimle… Kendimi de öyle… Bizi, bizi biz yapan her şeyi de öyle… Zalimce seviyorum, öldürerek seviyorum… Sevmek ağır geliyormuş bana… canımı acıtırken kedi misali beni seveninde canını yakıyormuşum… gözlerindeki üşümüşlükten nasıl da derin hissediyorum bunu… ve pişmanlık nasıl da yedi kollu canavar gibi parçalarken bir ahtapot gibi kaçmamı engelliyor…
Yıkıntıların arasında bulmaya çalışıyorum parçalarını… Toplasam bir bir diyorum… Dikerim… Ama korkuyorum. Çünkü kalacak izleri o dikişlerin… Kolunda bacağında yüzünde sırtında karnında kalbinde başında heryerde binlerce dikişle bambaşka olacaksın… Korkum izlerinde her daim kendi yanlışımı hatırlamak, izlerinde seni nasıl kanattığımı görüp o izlerde yeniden yeniden kendimi kaybetmek… ve sen elimi sürmemem için parçalarına dahi, kaçıyorsun benden… Daha ne kadar parçalayabilirim seni… Ne kadar acıtabilir, küçültebilir, ne kadar yok edebilirim…
Ne olur izin ver ağlaya ağlaya, yana yakıla, parçalana parçalana, öpe öpe, seni toplamama… Ne olur izin ver sen yavaş yavaş iyileşirken benim izlerinde her gün yeniden yok olmama, kanamama, utancımda boğulmama…
Ne olur…
Bak yağmur yağıyor… Belki diner acımız. Belki söner yangınımız… Belki değdikçe damlalar yüreğimize bir küçük tohumcuk düşer yeniden toprağa… filizlenir. Belki tomurcuk olur… Herşeyi bu kadar cehennem ateşiyle birlikte cehennem karanlığına çevirmişken, ve pişmanlığımın cehennem çukurlarında debelenirken tek şey diliyorum… Ne olur yarın güzel bir şey olsun…
21092016

17 Şubat 2017 Cuma

Ömrümüzün En Uzun Eylül'ünde

En uzun eylülü bu ömrümüzün…

Bize değen zamanın içinden başka türlü geçtim ben.


Karararak geçtim…


Kömür karası gibi, ufuktan geçen geminin kalafatlarına sürülmüş zift gibi.


Bir katilin kararmış kan karası elleriydi ellerim, limanda martı besleyen…


Yırtığım, söküğüm, alın terim, o taptığım sözcüklerim vardı bir de sana gelirken.


Hepsi beyazdı. Bende beyazdım.


Zaman bize değmemişti…


Değişmemişti hiçbir şey ya da görmemiştik biz içinden akıp giderken.

Aynıydık aslında. İlk dokunuşlarımız, ilk yaralarımız, bitirdiklerimiz, yitirdiklerimiz aynı hep…
Yırtıklarımız, söküklerimiz, kırılan yerlerimiz bile aynıydı…

Aynı değiliz ikimizde şimdi…


Senin kesiklerin daha çok şimdi, benim sabıkalarım…

En uzun Eylül’ü bu ömrümüzün…

Oysa ben severdim onu. Eylül'ü yani...


Güzel olan iyi olan beyaz olan her şey için direnmeyi hatırlatırdı bana. Sokağa atardım kendimi, yollara, yaralı kalabalıklara…


Merhem alır merhem verirdik omuz omuza…


bilirdik yalnızlık ölümdür.


Ve zalimin zulmü korkutmazdı bizi yalnızlık kadar… Yırtığımı, söküğümü ve sözcüklerimi taşırken bohçamda sana gelirken, zaaflarımda gelmiş, hatalarım da…


Sevgisizlik yoktu ama emindim.


Aksine sevgi doluydu yüreğim tıka basa…

Ve geceler aldım senden, nilüfer çiçeklerini, o menekşe kalbini aldım her Eylül’de az az…

Kese kese, kanata kanata aldım. Kopara kopara…


Farketmeden zaaflarımı, ve görmezden gelip hatalarımı tükettim seni…


İçime çöktü sevgim kurşun gibi…


Ve karardım zaman bana bir başka değdikçe…


O ufuktaki gemi batıyor şimdi gözlerimin önünde.


Gemiler batıyor, ellerim daha çok kararıyor, sen tüm yaralanmışlığınla gitmeyi diliyorsun…

Sözcüklerim…

O taptığım sözcüklerim sırt dönüyor bana.


Sandım ki kurtarır, derman olur, merhem olur sandım taptığım sözcüklerim…

Şimdi kendi içimde ölüyorum.

İçime ölüyorum…


Kapkara ve bin pişman.

Ve bu en uzun Eylül’ünde ömrümüzün, kendi zulmümden kendi yalnız ölümüme açılıyor tek bir kapı…
Ve bu en uzun Eylül’ünde ömrümüzün karanlık hücremin penceresini aralamaya ve direnmeye bile yüzüm yok…

Susarak öldürüyorum kendimi, daha önce seni senin içinde öldürdüğüm gibi…

Affetme beni… yanayım… acıyayım… kanayayım… lime lime olayım… küllere dönüşeyim…
Bir gün…

Belki bu Eylül’de birgün pişmanlığımın ve vicdanımın küllerinden güneşe savrulurum.


Sana uçuşurum…


Saçlarına değerim, ellerine düşerim…


Belki bu Eylül bir yağmur damlasında gözüne akarım…

Gidersen başka bir zamana, başka bir yere…

Gelemem. Suya rüzgara karışır… ölürüm… ölümse cezam öldür…


Öldürdüğümün ellerinden olsun…


değilse şayet;

En uzun Eylülünde bu ömrümüzün, bir akşamüstü yağmurunda, sen bütün kanamışlığın ve ben bütün küllerimle karışalım toprağa.

Göğe karışalım…

Ve o gemiye el sallayalım yeniden…





Yol Aslında Biziz

Ayaklar olmasa da yolculuğa çıkabilir yürek.
Ve yol yoktur aslında yolcu olmadıkça.

Toprağın binbir türlü hali var.

Kah kum olur, kah taş olur.
Çamur olmuştur suya bulandığında, gübre olmuştur tohuma karıştığında.

Göğün binbir türlü hali var.

Çiçeğin öyle ve hatta suyun binbir türlü...

Ya insan…

İnsan değişmez mi?
Değişmemeli mi, aynı mı kalmalı acırken de sevişirken de…
Düştüğünde yahut yük yüklendiğinde omzuna ne yapmalı nasıl olmalı?

Toprak bile dönerken taşa ve hatta kuma, nasıl aynı kalabilir insan…

Ya insan…
Çıktıysa bir yolculuğa ne ile karşılaşacağını bilmeden…
Ne kadar hazırlıklı olabilir ki her şeye?
Zamanın eli değmeden zamanın içinden geçmek mümkün mü?
Nilüfer çiçekleri bilebilir miydi, onları deli gibi bir sevgiyle büyütürken hatalara karşılık olarak verileceğini…
Bilebilir miydi bir şiir kelimelerinin düştüğü zamanın çok ötesinde bir yabancının içini kanatabileceğini… Bilse şiir olur muydu, nilüfer çiçekleri güzel olur muydu o kadar… Bilse insan, çıktığı yolculuğunda canının tahminlerinin çok ötesinde acıyacağını, çıkar mıydı o yolculuğa?

Yahut insan bilebilir miydi, canının acımasına bunca temkinli olurken bu temkinin başkalarının canını acıtacağını?

Velhasıl kelam, tüm bu belirsiz değişimlerin en can alıcı temelidir sevmek.
Değişimlere rağmen, hayatın bizi savurduğu rüzgarlara rağmen, birbirimizi onca acıtmamıza, düşmemize, zehir içmemize uykusuzluğa, aldanmaya, aldatmaya, kanmaya, kanamaya rağmen tomurcuk veriyorsa içimizdeki çiçek, filizleniyorsa yeniden bir fidan yeniden, biz sadece birbirimizi değil, yolu, birlikte yolculuğu, yolculuğun bizi biz yapmasını sevmişiz…
Ve bilmişiz… Yol aslında biziz…

12 Şubat 2017 Pazar

Neyi Güzel Görüyorsak Merhaba Diyelim

Ne kadar zor kendi kıyametinde yanmak.

Harını dindirsen ateşin,


Güvensizliğin, yaralanmışlığın, yaralamışlığın, nefretin, yaralanmışlığın buzulunda can çekişiyorsun.


Vicdanın yakarken, sevgilinin bakışları buza çeviriyor…


Yanarken serinleyecek, donarken ısınacak bir tutamağın yok…


Bütün kapıları yakmış, bütün pencereleri yıkmış, bütün ağaçları kökünden kesmiş, bütün nehirleri, denizleri kurutmuş, bütün göğü küle çevirmişim…

Duvarlar örmüş, dizi dizi tuğlalar demirler, betonlar işlemişim, aşılması güç, yıkması imkansız…

Sadece boyayabiliyorum…


Kah kırmızı, kah mavi, kah yeşil, mor sarı…


Gelişi güzel…

Ve ben kendi kıyametimde öğrendim ki bütün renkleri karıştırırsan tek renk çıkıyor ortaya…

Siyah…


Kapkara bir siyah…


Ellerim gibi…

Ve ben kendi yaktığım ateşlerden, buzula çevirdiğim çiçekten öğrendim ki, yıkmak aslında yıkılmak, yakmak yanmak, acıtmak acımakmış…

Öldürmek aslında ölmekmiş… Ben senmişim aslında…

Ömrümüzün bu en uzun ve en zor Eylül’ünde, bir anlamı olmalı kapkara bulutların arasından görünüp görünüp kaybolan Güneş’in…
Çekip gitmeden, kapkara bulutlara teslim etmeden şehri ve bizi, Güneş’i tutalım…

Mesela bu Cumartesi sabahı birlikte Güneş’i karşılayalım…

Belki bir yerlerde bir tohum filizlenir, belki duvardan bir parça dökülür, belki renkler ayrışır özüne döner…

Belki gözlerine bakabilirim…

Bu cumartesi neyi güzel görüyorsak birlikte merhaba diyelim…
Resim: 2007 Bakırköy Tren İstasyonu


Taş Kaldırım'a Dair

...

taş kaldırımları vardı bu kentin

avlulardan çocukların koşarak çıktığı

şerbetçilerin ve simitçilerin gülümseyebildiği

ayak seslerinde hüzün

ayak seslerinde naif bir sevgi barındıran



makaralarında dünyanın döndüğü

pencereden pencereye asılı

sodayla yıkanmış çamaşırlarıyla süslü

taş kaldırımları vardı bu kentin



plazalara yenik düşmedik biz

içimizde taştan kalma bir pırıltı

taştan bir insan sevgisi var hala

biz çamaşırlarımızı sodayla yıkadık

yüreğimizi değil...




umudun aslında taş kaldırımlarda çıkan ayak seslerinde gizli olduğunu biliyorum...

çocuk çığlıklarında...

sevginin, pek kalmasa da taş kaldırımlı dar sokaklarda, en gerektiği en saf en içten haliyle yaşandığını biliyorum...

insana dair dedim...
insan sevgiyle doğar ama onunla harmanlanması gerekirken maalesef yaşam elimizde kalan tüm değerleri bir bir harcarken sevgiyi paylaşmanın kutsallığını biliyorum...

taş kaldırım ismini bunun için seçtim.

sevgiyi paylaşmayı ve insan olmayı bize hatırlattığı ve içimizde bir yerlerde bir yaraya dokunduğu için...

taş kaldırımlar olsun hep...

çünkü sevgi oralarda gizli...

ayak seslerinde, çocuk çığlıklarında, sodalı çamaşırlarda...



Merhaba...

O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...