“Uzak dur
benden…”
Asırlar
ötesi kadar, kıtalar kadar. Yanı başında nefesim nefesine değecek kadar uzak…
Menekşenin kokusu, kelebeğin ömrü, suyun rengi kadar uzak…
Ruhum(n)a
kocaman bir dağ düşürdüm ben. Her gün
oya oya altını. Sallantısını, cürufunu, küf kokusunu görmezden duymazdan
gelerek kazdım gözlerim bağlı, kulaklarım sağır, dillerim yılan…
Köklenmiş
bir ağacın dibini eşe eşe…
Küçük bir
Çınar fidanının gölgesinden cesaret alarak kazdım her gün o fidanın köklerinin
bile kuruyacağını düşünmeden…
Ben bilirim
sandım. Okudukça, ben’e gömüldükçe, perde çektikçe gözlerime kendimi avuturum
sandım.
Görmediğim yoktur sandım… Tanrı’yı sandığım gibi…
İçimde
yaşadıklarımdan, benim söylediklerimden, benim yaptıklarımdan ibaret sandım o
kökleri. Benim sanarak kendime kazma, kesme, yıkma, vurma hakkı verdim.
Nasrettin
Hoca’nın kendi bindiği dalı kesmesi kadar basitti aslında gerçek. Birinin
kolunu keserken, diğerinin bacağını kırmak ve yerde yeni filizlenmiş bir Çınar
fidanını dahi kocaman asırlık bir çınarmış yanılgısına düşmekti yaptığım.
Oysa o çınar
yokken, yıllar öncesinde nasıl heyecanla, aşkla, umutla, özveriyle, emekle
dikmiş ve büyütmüştük o ağacı… Kocaman yapmıştık o balta darbesine rağmen…
Yerde
toprağın içindeki solucanın bile varlığını sorgulayıp mantıkla açıklamaya
çalışan ben, yitirdim şimdi ders alma erdemini. Nedenini, nasılını
sorgulayamıyorum artık…
Hayatı ince
tespitler yapmaktan, olaylara sebep sonuç ilişki getirmekten, kendi benliğine
yaklaşıp öz benliğini bulmaktan ibaret sandım…
Sosyal olmanın kendi çatımın
dışında var olmak sandım.
Saygının özverinin emeğin sadece sistemin içinde
birer nesne olarak süregeldiğini ve mücadelenin sadece politik olarak
sürdürülmesi gerektiğini sandım…
Bunları sanırken yaptığım her şeyin, ama her
şeyin doğru olduğunu düşünerek sandım…
Tüm
yanlışlarımın içsel ve dışsal etkilerini hesaplamak gerektiğini, bir ağacı
yaşatıp büyütmenin onu dikmekten daha zor olduğunu göremedim…
Her şeyin
bir açıklamasını olduğunu bilirken, bu açıklamaların hayatımın köklerini nasıl
bir acıya, nasıl bir yıkıma götürdüğünü bilemedim. Her şeyi bilirken hiçbir
şeyi görememişim…
Her şeyi
normalleştirirken, kendi hatalarımı yoldan çıkmalarımı, doğruyu reddedişlerimi,
körlüğümü, kırıcılığımı da normalleştirmişim. Acıyı, yıkımı, kanamaları, yok
oluşları, yakınken uzak olmayı da normalleştirmişim…
O ağaca
balta vurduğum her gün her an ve her olayda, senin umutlarına da vurdum o
baltayı. İçindeki sevmek, saymak, birlikte yaşamak direncine de vurdum o
baltayı…
Biliyorum
anlamsız şuan ne yazsam. Güzel karmaşık renkli cümlelerin arkasına sığınmam.
Sana naif hitaplarım, uyurken gizli gizli öpmelerim dokunmalarım, eve
gelişlerim, gidişlerim, bakışlarım. Varlığım hatta…
Susmak şimdi
yaptığımız. En doğrusu ve yapılabilecek tek şey. Zamana bırakmak.
Ölüme…
Gözlerimizin
önünde benim kör gözlerimle vurduğum ve kan kaybını görmediğim bir ağacın
ölümünü izlemek şuan yaptığım(ız)…
Şimdi
görüyorum. Öyle net görüyorum ki… Can
çekişiyor kıvrana kıvrana. Vereme tutulmuş bir köpek gibi çaresizce… Kıvranıyor
işte gözlerimizin önünde. Ben tekmeledim onu. Sarıp sarmalamak varken,
ellerimle ağzına su vermek varken, okşamak öpmek, yedirmek varken tekmeledim.
Öl dedim.
Öl!!!...
Öl ki acıt
canımı… Kanat beni, ben seni nasıl kanattıysam… Seni nasıl kırdıysam,
kıvrandırdıysam, yaşama umutlarını gözlerinin içine bakarak yaktıysam,
gözlerime mil, ruhuma vicdanıma, geçmişime kara duvarlar örüp…
Sen de beni
acıt… Hatta acıtmakla kalma… Acıta acıta öldür…
Yazmayacağım
artık… Ne bir durum tespiti, ne bir hikaye, ne bir süslü kelimelerle kendimi
affettirme çabası…
Doğruya ve
gerçeğe inandım hep. İnanılanlara, anlatılanlara, söylenenlere, işte doğru bu
denilenlere itibar etmedim. Doğrunun karşısında kıldan ince boynum…
Gerçeği
göremediysem, salt kendi doğrumu doğru, kendi gerçeğimi gerçek sandıysam, ve
girdiysem hakkına, sevmeyi üvey evlat görüp ötelediysem kötü kadın gibi,
erdemlerin en büyüğünün sevmek, saymak değil gerçek ve doğru (ve onu da
bencilce kendime yonttuysam) sandıysam, ve döktüysem körlüğümden, kabalığımdan,
kararmışlığımdan sebep gözünün yaşını, vicdan ve gönül divanın da ver hükmümü, kır kalemini…
Canım acıyor
kanıyorum diyemiyorum… Yüzüm yok…
Ölüyorum
kandan revandayım diyemiyorum… Yüzüm Yok…
Bir kez daha
hadi diyemiyorum… Yüzüm yok…
Bağışlanmayı
dilemek haddim değil…
Uzaktayım
şimdi…
Kendi yıktığım o dağın, kendi
kestiğim o köklü ağacın, kendi tekmelediğim o köpeğin, kendi ağlattığım o güzel
gözlerinin ağırlığı altında…
Hak ettiğim
yerde…