19 Kasım 2019 Salı

Biz O Nehirleri Çoktan Aştık

Gözlerim kapıda belki gelirsin
Belki yorgunluğuma bir eski koltuk getirirsin 
Üstünde yılların sararmış hatırası 
Otururuz ikimiz 
Benim yorgun dik başım 
Senin yorgun dik omuzlarında
Kalabalıkta olmaz ya
Belki sarılırsın 
Yokluğunun üşüttüğünü bilip
Sıcacık kollarında

Gözlerim kapıda belki gelirsin
Ağır adımlarla biraz da vakur
Ben de sana doğru yürürüm utangaç
Küçük ayaklarım
Küçük bedenim
Elinde bir küçük yastık
Bilirsin korkum yoktur
Ve biz o nehirleri çoktan aştık

Senin şehrin burası 
Bak şu evin bahçesiydi değil mi
Kirlenmemiş bir tohumun 
Bereketli bir toprağa ekildiği yer

Döndüğüm her köşe başında gölgen
Dokunduğum her çiçekte kokun
Nasıl da tanıdık her tabela
Karanlığa düşmüş her sokak
Bastığım her taşta izin
Gelmeyeceğini bilmenin yarası gibi derin
Gözlerim yolda belki gelirsin



17 Eylül 2019 Salı

Devir Teslim

Yolun ta kendisi değil midir yaşamak
Bayrağın hep elden ele geçtiği
Bu yüzden önemlidir
Tuttuğun bayrağın niteliği


22 Ağustos 2019 Perşembe

Papatya Sevinci


Bak şu üstümüzden geçen bulut gibisin
Ha koptu ha kopacak bir parçan
Bir de yamalı bohça sırtında
Belli ki yükün ağır
Nereden geldin kim bilir
Kaç kilo eder çektiğin kahır

Görüyorum
Mecalin yok anlatmaya hiçbir şeyi
Fırtına yemiş
Kirli sulardan içmişsin
Mutlaka bırakmışsın bir parçanı
Geçtiğin yerlerde
Ama  eksik değilsin
Benden izler de  var yorgun ellerinde
Başın dik gözlerinde bir papatya sevinci
Yine gelse fırtına 
Yine kapanmayacak bu perde

15 Ağustos 2019 Perşembe

Tilki

Ne kurnazlığıydım tilkinin
Ne de kürkünün yumuşaklığı
Onca yer gezdim de
Tek yerdir döndüğüm
Yalnızlığımın kürkçü dükkânı

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Merdiven Yarası

Oturmuş merdivende küçük kız
Kapının eşiğinde bir çirkin oğlan
Merdivenleri yalayıp geçiyor
Utangaç bir hava 
Bir deli cesareti kalıyor hatırda 
Bir de avuçlarda derin bir yara


24 Temmuz 2019 Çarşamba

Kaldırım

Gece ayak çekilse de üstünden
Çamurun kalır çöpün kalır
Bir sahipsiz cesedin kirli kanı kalır
Kırık taşların kalır 
Bir de boş şişeleri 
Boş bakışlı sarhoşların
Belki bir kavganın en hararetli yerinde kullanılır

Bir çocuk seslenir kulağına 
Çok üşüdüm beni koynuna al
Sen ki taştan betondan yapılmışsın
Kenarların köşelerin keskin 
Üstün başın bana benzer kirli kaldırım
Yatağım ol al beni koynuna 
Ama etimden öldürme
Acır 
Dayanamam ağlarım


22 Temmuz 2019 Pazartesi

Küçük İskender

Benim adıma da konuş
Nasılsa ölüm susuşunda dillerim
Ben konuşamıyorum
Dilimde eşek arıları
Nasıl da öksürtüyor beni
Çıktığım bu karanlık yokuş

Benim adıma da seviş
Kirli duvarlarında yankılanmaya 
Utanmasın çığlıkların
Ben sevişemiyorum
Yüreğimde yılan kuyrukları
Nasıl da yakıyor içimi
Yastığıma bıraktığın saçların

Benim adıma da öl
Nasılsa ben ölemiyorum
Kızgınım biraz da tanrıya
Ruhumda öyle keçi inadı
Benim yerime de öl
Gör yokluğunun 
Nasılda soğukkanlı bir katil olduğunu
Ben yüzüne karşı diyemiyorum
Bir orospu kahkahası ile gül ölürken
Herkesi çirkin gösteren seni ölü gösteren aynalarına
Ama bir tek sen bil
Gülüşünü nasıl nefes gibi soluduğumu
Seni topraksız kurak yüreğime gömerken




21 Temmuz 2019 Pazar

Arsız Hüzün



Geldi yine 
Kuruldu evimin baş köşesine 
Öyle sahiplenmiş gibi öyle arsızca
Kovsam gitmeyecek biliyorum 
Sohbete gireyim diyorum
Biraz utangaç biraz adınca

5 Temmuz 2019 Cuma

Böyle Gecenin

Nasıl bir sabah körü ki bu
Ne bir işçi düşmüş yollara
Ne çöpçüler ve fırıncılar ayakta
Nasıl bir uykuysa bu
Yarım yamalak
Belli değil gerçekte mi düşte miyim

Nasıl bir geceki bu
Ne sarhoşlar ve köpekler sokakta
Ne bir yalnızlık türküsü kulakta
Nasıl bir acıysa bu
Sen yoksun hatırımda
Ben böyle gecenin suratına tüküreyim



24 Nisan 2019 Çarşamba

Başka Biz Başka Kader



Başka yazılsaydı kaderimiz
Başka olurduk birbirimizde
Ve yön değiştirirdi,
Şimdi çivilerle yazadurduğmuz tarih.

Çırılçıplak bırakarak ruhumu
Doğruyla yanlışı çıkardım birbirinden
Bulamadım avuçlarımda kalanın ne olduğunu

Sırada ne var diye sordum tanrıya,
Hangi göz göze gelişin ismini değiştireceksin

Sustu…
Bende sustum…
Sonra, çivilere daha sert vurarak yaz dedi,
Yoksa acıyla silinecek
Ruhlarınıza iliştirdiğim kader…

20 Nisan 2019 Cumartesi

Güvercin Mezarlığı

Kanadı kırılarak öldürülmüş
Güvercinler mezarlığıdır kalbim
Gücü yeter mi hiç
Ölmüşü diriltmeye 
Öldürenden başka kimsenin

Korku

Bugün seni daha iyi gördüm
Dedi doktor
Gözlükleri burnunun üstünde

Duymazdan geldim
Kendimle konuşuyordum
Bembeyaz örtülerimin içinde
Bölemezdim 
Dedi ki bana
"Bir gün
En delikanlı tavrımı takınarak
Arkama da bakmadan
Kapısını çarpıp
Gideceğim bu dünyadan

Lakin
Kafa kağıdımı unuturum
Diye korkuyorum"

Yarım Yamalak

Kimsenin hikayesinde 
Yerim olmadı benim
Bundan sebep 
Ne zaman gelse elime kalemim
Kendi yorgun hikayemi yazdım hep

Kimsenin mektubunda 
Halim hatırım da sorulmadı 
Sayın diye bir zarfın üzerinde geçmedi adım
Gözlerimden de öpülmedi satır sonlarında
Bundan sebep 
Kendimeydi yazdığım tüm mektuplarım

Kimsenin şiirinde de bir uyak olamadım
Uygun değildim hiç bir şiirin sözlerine dizelerine
Bundan sebep
Başlasam da bir deli hevesle 
İlk mısra dahil
Hiç bir şiirimi tamamlayamadım


13 Nisan 2019 Cumartesi

Uğur Mumcu'ya


Üç şarapnel parçasıyla
Un ufak olacak fikirler üretmedin
Savunmadın kepçeden ve bıçaktan yana olanı
Özgür Anadolu aydınlık insan idi gayen
Bizim memleketti işte eni konu
Dereden tepeden Söğüt’ten

3 Nisan 2019 Çarşamba

Seninle Biz ve Bu Şehir


Seninle biz bu şehri
Uçsuz bucaksız bir gülistana çevirebilirdik
Vapurlarında Zeki Müren plakları çalabilir
Önümüze çıkan herkesin çantasına
Günaydın notuna sarılı çikolatalar bırakabilirdik
Devrimin aydınlığına çıkan sokaklarında bir küçük ayakizi
Yahut yorgun bir yoldaşımızın tok sesli merhabası olabilirdik

Seninle biz bu şehri
Kıran kırana bir kavganın ardından
Sarmaş dolaş bir dost meclisine çevirebilirdik
Belediye otobüslerinin pencerelerine ışıldaklar
Koltuklarına rengarenk yastıklar koyabilir
Yürüyen merdivenlerine gülümseyen çiçekler dikebilirdik

Seninle biz bu şehirde
Umudunu yitirmişleri tıklım tıklım bir sevgiyle doyurabilir
Sokakların karanlık koyusu kederini
Apansız bir kucaklaşma samimiyeti ile değiştirebilirdik

Seninle biz bu şehirde
Hiç olmazsa elele martılara sataşabilir
Belki bir sabah simidini sıcak çayını bölüşebilirdik
Ayaklarımıza dolanan  sokak kedisinin kirli tüylerini okşayabilir
Kim bilir yedi tepenin en azından birinden haykırabilirdik
İnsanlığa sustuklarımızı

Ve kimbilir daha neler neler

Kedi şehir ben ve gülistandaki yerin
Hazırdı az önce demlediğim çay dahil her şey
Lakin sen bu şehre hiç gelmedin




Fotoğraf: Henri Cartier-Bresson

Demedin

Ülkede hakim olan gergin hava ve amansız bir sıtmaya tutulmuşluk psikolojisi benimde üzerimde tepinirken gördüm kısacık, araya onca yıl girmemiş daha birkaç gün önce görüşmüşüz gibi samimi mesajını. "Merhaba nasılsın?" "Sen nasılsın" diye sormadan iyiyim teşekkür ederim deyip hatta hiç cevap bile yazmadan mesaj kutumdan silmek geçti aklımdan. Bu mesajı,  o umarsız samimiyetini mesaj kutumdan silebilirdim lakin, yüzünü, kestirmeden bodoslama içime dalan cümlelerini ve yüreğimde iz bırakan sıcak sesini aklımdan silmek çok zordu. Hem de anlamsız bir şekilde geçmişime dadandığım ve her bir acı tatlı hatırasından garipçe zevk aldığım şu günlerde hele ölesiye zordu.

Kısa bir şaşkınlığın ardından benden bekleneni yazdım. “İyiyim çok teşekkür ederim. Sen nasılsın? Hayat nasıl gidiyor? Her şey iyi ve yolundadır umarım.” gibi bir sürü birbirinin aynısı sorularla yanıtladım mesajını.Her birine uzun uzun cümlelerle karşılık verecekmişsin de, ne kadar çok soru sorarsam yılların ayrı yaşanmışlığını teker teker her soruya ayrı bir özen göstererek cevaplayacakmışsın gibi. Tabi ki öyle olmadı. “İyiyim seni merak ettim sadece” yazmıştın. "Seni merak ettim." Bağlayıcılığı etkileyiciliği ne kadar da güçlü bir cümle. Hele girdap içerisinde savrulurken, çok can alan/can yakan bu kaosun içinde beni düşündüğünü söylemen inan baskıcı rejimlerden daha fazla yaktı canımı. İnce bir zehir gibi. Tatlı ama öldüren bir zehir gibi. Gözlerimi, içimi kutup yıldızı misali aydınlatırken "yıllar önce sana altın vuruşu yapamadım şimdi mi yapsam" acaba der gibi…

Ben her saçma saplantısal ilişkimin sonunda yaptığım gibi, sana, senin gibi yaramı okşayanlara ve izin verdiğim kadar o kabuksuz yarayı kanatanlara dair her şeyi yakıp yıkmış izleri yok etmiştim. Elimde sadece sana ait gazı bitmiş bir çakmak, eski bir mektup ve ilk tanıştığımız zamanlarda bana gönderdiğin, şuan hangi kitabın arasında olduğunu bilmediğim o solgun fotoğrafın vardı. Onları da o an etrafımda olmadıkları için ortadan kaldıramamış, sonra karşıma çıktıklarında ise bir çocuk sevecenliği ile okşayıp gülümsemiştim.

Hep bu gelgitler içinde yaşadım seni tanıdığımdan beri. Ne zaman kendime bir gidiş yolu seçsem izlerin kendine çekiyordu beni. Her seferinde tüm yola çıkış inancımı direncimi yitiriyor yine kitapların içerisinde kendimi seni ararken buluyordum.

Yine öyle olmuştu. Yazamamanın kısırlığı içinde balıklama daldığım geçmişimin balçık havuzunda debelenirken çıkmıştın karşıma. Sana yazabilirdim. Sayfalar dolusu, hiç bıkmadan. Ki en çok böyle dökebiliyordum içimdeki gülleri de irinleri de. 

Telefonda sesim kısılıyor kendimi cümleleri bir araya getiremiyor dilimin peltekleşmesine engel olamıyordum. Bunu bildiğimden numaranı istedim senden. Belki konuşamaz yarıda keseriz biter gider herkes kabuğuna çekilir kendi dikenli yorganını üstüne örter diye. Numaranı yazdığında, mesaja cevap vermeme ikileminin yerini "aramayacağım ulan" ikilemi aldı. Ve yine kendimi şaşırtmayarak benden bekleneni yaptım. Hem de senin verdiğin saati bir dakika dahi geçirmeden aradım.

Telefonun tuşlarına basarken ne bunca yıl sonra bir merhaba ile tekrar bağ kurmamız ne de senin o umarsız cümle kuruşlarının değişmemesiydi beni şaşırtan. Beni asıl şaşırtan bunca yılın, bunca yaşanmışlığın, bunca çöküşün, ayağa kalkışın ve her seferinde yeniden dibi görüşlerin ardından, içimde eline uzak sevgilisinden gelen üstünde bir sürü kalpler yazılar olan şirin mektubu postacıdan alan ergenin o saf heyecanını hissederken ellerimin hiç titrememesi idi. Ellerime şaşırmıştım. Oysa ki onlar senden ne zaman telefon gelse nereye koyacağımı bilemediğim, saatlerce ahizeyi tutarken beni hiç yalnız bırakmayan ellerini tutabilme özlemini en çok hisseden organlarımdı. Yokluğunda en çok onlar üşümüş, en çok onlar yaralanmış, en çok onlar yazarken yorulmuş, en çok onlar sigara kokmuş, senli geçmiş zamanımın en çok kahrını onlar çekmişti. Oysa şimdi bir ermiş olgunluğunda gibiler sakin dingin heyecansız. Sanki çilehaneden çıkmış bir sufi erenin ruhi ağırlığında ufka bakıyor gibiler.

Kulaklarımda işte o ses. Beni her görüşmede önce göklere uçurmanın zevkini iliklerime kadar yaşatıp sonrasında yerlere çalan o ses. Aynı yalın, sakin, kendinden emin, bir o kadar da şirin albenili o ses. Sesini duydukça ilk karşılaştığımızda merdivenlere oturmuş, kahverengi İspanyol paça pantolonlu minik kızın gözlerimin içine bakar gibi konuşması gözümün önüne geliyor pamuklara sarıp sarmalıyordu işte beni. Bir o kadar yaralanmaya acıya kanamaya açık çırılçıplak bir ruh haline sokuyordu. Sanki bir gece önce deli gibi içmişim de kafamda filler tepiniyormuş gibi bir sarsıntı ve birazdan kollarıma kelepçe takılıp götürülecek bir kanun kaçağının endişesi ile konuşmaya başladım bende. Tabii ki havadan sudan, senin aklına düşmeme sebep olan ülkenin içinde olduğu bataklığın tam ortasında açılan bir güle benzettiğim ve umutsuzluk çukurunda herkesin ayı yavrusunu sever misali hoyratça sarılacağından ötürü çok kısa bir ömür biçtiğim bir güle benzettiğim ümitvar gelişmelerden bahsettik.

Tüm bu duygular arasında konuşmaya devam ederken "seninle sohbet etmeyi çok özlemişim" dedin. Saatlerce politika aile ilişkileri kültür sanat edebiyat aklımıza ne gelirse artık saatlerce konuşmayı… Bende özledim dedim.

Çocuklarını anlattın bana. Kariyerin ve çocukların arasında yapmak zorunda olduğun tercihinin seni nasıl zorladığını, çocukların nasıl bölündüğünü eşinin hep farklı şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu, çocuklarının mutlaka ya anne ya baba eksikliği yaşadığını anlattın. Zor bela doktoranı verdiğini kendini artık çocuklarına adayacağını bahsettin.

Dedin ki nasıl da özlemişim seninle konuşmayı.  Herşeyi derinlemesine anlatmayı, bildiklerimi paylaşmayı, kendimi sesinin o naif yumuşaklığına bırakıp, sözcüklerinde salıncak gibi sallanmayı özlemişim dedin.

Konuşup konuşup bitirememeyi, plaja çıkan ağaçlı yoldaki soğuk bankta otururken başımı omzuna yaslamayı özledim dedin.

Okulu nasıl güçlükle bitirdiğimi, babamın yaşattığı zorlukları, sürekli güçlü ve dimdik ayakta kalmak zorunda olduğum kartal rolüne büründüğüm o serçe zamanlarımı, nasıl evlendiğimi, nasıl işe başladığımı, çocuklarımın ateşlenmesine nasıl endişelendiğimi, ilk anne dediğindeki mutluluğumu nasıl zaman zaman yalnızlıktan ölesiye korktuğumu, isyan günlerinde nasıl yoldaşlara omuz verdiğimi, yalnız başıma içmelerimi anlatmayı özlemişim dedin.

Baharı özledim dedin. Ömrümde sadece oğlumu kucağıma aldığımda hissettiğim o o coşkun bahara doyamadım, güneşe çıkmayı, nefes almayı özledim dedin.
Eskiden dört gözle yolunu gözlediğim postacının yolunu gözler gibi bir mektubu açmayı özler gibi özledim umuda ışığa huzura dair her şeyi dedin. O saf temiz zamanlarımızı özledim dedin.

Saatlerce konuştuk. İlk tanıştığımız zamanlardan gülerek bahsettik. Ben ne kadar acısını hala hissetsem de yine de istemsiz bir tebessüm indi dudaklarıma. O zaman ki çirkin hallerim. İlk fotoğrafımı gördüğünde "o sese bu yüz ha" diye şaşkınlığını yazdığın mektubun geldi aklıma. Güldüm acınacak hatta bol bol acıdığım hallerime tebessüm ettim. 

Bende anlattım en az senin kadar. Bildiğin ve tahmin ettiğin her şeyi yeniden. Bende anlattım acılarımı yaralarımı kavgalarımı direnişlerimi kabullenişlerimi yenilgilerimi çocuklarımı çocukluklarımı…

Gün akşama dönüyordu gökyüzüne baktığımda. Kapatmak gerekti artık. Telefonu, konuyu, geçmişi, geleceği…

Seninle konuşmayı, gülümsemeyi nefes almayı herşeyi özledim dedin de, bir seni özledim demedin. 




28 Ocak 2019 Pazartesi

1977 1 Mayıs'ı

Her biri hıdırellezde bir gül 
Güllere asılmış rengarenk dilek gibiydiler
Yürüdüler meydanlara  kol kola omuz omuza
Kardeş eş ana baba yoldaş olmayı bildiler de
Patronlara diken olmayı bilemediler

Özgürlük dillerinde marş,
Devrim dudaklarında gülüştü,
Bize yarım kalmış bir isyan
Bir de bitmeyen yoldaş acısı düştü









15 Ocak 2019 Salı

Saman

Sakla samanı derdi annem hep
Öğretmeden
Sapla samanı ayırmayı

Deneyerek öğrendim bende
Her kaybedişim de
Saman gibi içten içe yanmayı





13 Ocak 2019 Pazar

Yedi Onyedi Otuzyedi

7 m de neysem
17 mde de oydum
O'ydum 37 mde de

Sokakta yumruğum göklerde küfürbaz bir devrimci iken
Sorarken bir ağaç dalının bile hesabını
Kocaman kıravatlı bir devlete
Evde uysal bir tekir kedi gibiydim

7 mde de 
17 mde de
37 mde de soramadım 
Baba bana niye hiç sarılmadın 


11 Ocak 2019 Cuma

Herkes Herşeye Rağmen Yapışkan Bir Yalnızlığın Ortasında Can Çekişiyor


Bugün olanca ezilmişliğimle, kaç gündür düzeltmediğim yatağımda oturdum saatlerce ayaklarımı yaşama uzatıp. Hiç dışarı çıkmadım. Dışarıda beni o uğultulu kalabalıkların içinde korkunç bir yalnızlığın beklediğini biliyorum. Bir şey daha biliyorum. Herkesin birbirine ölesiye söylemeye çekindiği bir şey. Tıpkı hikayedeki çocuk gibi çıkıp “Kral çıplak” diyebilecek birini beklediklerini, hikayeyi günümüze uyarladığımızda o çocuk gibi birinin “ ben çok yalnızım ve bu yalnızlık beni öldürüyor” demesini beklediklerini biliyorum. Bazen o deli cesaretini kendimde buluyorum. Tam kalabalık bir sokakta bağıracağım sırada bir güç boğazıma diziyor. Bu belki de arkamdan beni destekleyerek “bende senin gibi çok yalnızım” diyebilecek, kendiyle alenen yüzleşecek birini bulamama korkusunun gücüdür. Her ne olursa olsun herkes yapışkan bir yalnızlığın içinde can çekişiyor. Geceleri yatmadan kendileriyle kıyasıya bir cebelleşmeye tutuşup başkalarının rüyalarına dalıyorlar. Asla kendilerinin olmayan rüyalara.

Neden herkes bu derin yalnızlığın acısını görmezden gelip yüzeyi pırıl pırıl parlaklığıyla insanın gözlerini kamaştıran şehevi duygularla insanı içine çeken çıkar bataklıklarına dalıyor? Bu insani duyguların kendilerini daha da zayıf düşüreceğinden korkuyor, kendi maddesel kurtuluşlarını bu bataklıklarda arıyorlar.

Bunları düşündüm bugün, kaç gündür toplamadığım yatağımda ayaklarımı yaşama uzatırken. Aklım tüm zindeliği ile bu garip yaşam insanlarını düşünürken yüreğim ağır yaralanmışlığı ve kalabalıklığıyla seni, en azından solgun hayalini bekledi. Yüzyıllar sürdü bu bekleyiş. Hem hayal kurmak zordur bu insan kalbini sömüren acımtırak yaşamda.
Kırışık çarşaflar, kanamış dudaklar ve sararmış duvarlar vardı yanı başımda. Tam anlamıyla yalnız sayılmazdım. Bilirim yalnızlığı, yine eskisi gibi soğuktu. Ve gözlerim duvarlarım gibi çizik çizikti.

Dalmışım. Saatler sonra sigaramın külü yatağıma dökülünce ani bir refleksle yerimden fırlayıp ürktüm. Bu ivedi ürküntü senin canını acıtıp özgürlüğünü soyut parmaklıklar ardına tıkadığımı düşündürdü bana. Umutsuz ve kaçak sevgiler uğruna çabucak yitip gidiveren ömürlerle birlikte. Yaşanmamış aşklar gibi yaşanmamış yaşanamamış yılları vardı yitip giden ömürlerin.

Neler sığmazdı ki o yıllara. Önce çocukluklar. Meyve dolu bahçeleri, çimen lekesi pantolonlarıyla. Sonra kaçamak öpücükleri ürkek bakışları ensede patlayan tokatları ve tavan arası sigara içmeleri ile asi bir gençlik.

Artık kalkmalıyım dağınık yatağımdan. Önce düzen!! 

Her şeyimi, işimi evraklarımı dostlarımı ailemi yaptıklarımı yapacaklarımı düzenlemeliydim. Seni bile sıraya koymalı yüreğimi kabına sıkıştırıp rafa kaldırmalıydım. Bilirsin bu kahpe yaşam sorumsuzluk ve düzensizlik kabul etmez…

Yağmur Damlalarıyla Doyuruyor Beni


Dilimdeki kelimeler kırıldı. Sana anlatabileceğim anılarım yok artık. Kış aldı elimden son umut parçacıklarını aşka dair.

Hem artık sen penceremden de vurmuyorsun yüzüme, güneşle birlikte hafifçe. Zaten güneşte kaçıyor ya ne zamandır benden. Karnım da acıkmıyor. Üstüne üstlük üşümüyorum da. Gölgem ısıtıyor ellerimi. Yağmursa gözlerime kaçan damlalarıyla doyuruyor beni.

Şimdi sadece topacımı ve meleklerimi özlüyorum. Çocuktum o zamanlar. Tanrıdan gizli gelirlerdi yanıma. Saatlerce topaç çevirirdik yaşamın dışında düzlük bir arazide. Kış yoktu o zamanlar. Sen de. Aşkım topacım ve meleklerimden ibaretti. Tanrının sesini duyduğumda ağlardım. Meleklerim tekrar geleceğiz der gibi bakmazlardı her seferinde. Çünkü onlarda sezerlerdi yaşamın zamanla beni içine çekeceğini ve artık topaç oynayamayacağımızı.
Yağmur doyuruyor beni gözlerime kaçan damlalarıyla ve gölgeme tutuyorum ellerimi ısınsınlar diye.

Dilimdeki kelimeler kırılırken, sen de yaşama benziyorsun, gözlerimin içine bencilce bakışlar atarak.

Büyüdüm. 

En büyük ihanetimi meleklerime yaptım. Seninleyken onları unuttum egomu tatmin etmek için. Nereden bilebilirdim senin de yaşama benzeyip topaçlarımı bir kenara atacağını.

Al işte. Büyüdüm. 

Gözyaşlarım da akmıyor. Göz pınarlarımı kurutmuş yaşam. Ağzım kupkuru, ellerim dilim tüm bedenim. Çiçeklerim darıldı açmıyorlar yapraklarıyla birlikte dertlerini sonsuz bir huşu içinde. Oturup şöyle doyasıya da konuşamıyoruz.

Ben büyüdüm. Sen gittin. 

Şimdi her şey düşmanmış gibi. Çiçeklerim kuşlarım mektuplarım duvardaki resimlerim bile bir başka bakıyorlar bana.

Meleklerim mi? Bu saatten sonra gelmezler. Gelmeyecekler biliyorum. Çünkü ben artık çocuk değilim. Yaşamın ta kendisi var yanı başımda elinde keskin zamanlarıyla. Yaşamın dışındaki o düzlük arazide de kaybolan çocukluğumun üzerine dikilmiş apartmanlar.

10 Ocak 2019 Perşembe

Bezirgan

yürüdüm yürüdüm.. bildim bileli kendimi omuzlarımda onca yük yolum bunca devri alem... yaşamak ağrısı dedim sancılarıma sesler taşıdım kelimeler yazdım çizgiler gark oldu yüzümde yaşlıydım ruhum kadar yürüdüm yürüdüm ruhumda onca kesik onca gam yolum buraya kadar artık bir yere gidemem seyyah oldum desem öyle bir boşluk kalır anlamların köşelerinde kocaman evliya desen hiç değil... belki eski bir sefir belki yorgun bir bezirgan... ...

On Yıl

Hiç bilir miydim
Eylül hüznünü olduğu yere bırakıp giderken, Ekim’in bana AŞK getireceğini,

Hiç bilir miydim
Ekim isyanını içimde harlarken, yüreğimde kıvılcımlanan AŞK’ı da harlayacağını,

Hiç bilir miydim
İçime ekilen tohumu en iyi sonbahar yağmurlarının filizlendireceğini,

Hiç bilir miydim
Varlığını sorguladığım her şeyin sorgusuz sualsiz beni sana getireceğini,

Hiç bilir miydim
Kavgasını verdiğim geleceğin aslında  içinde seninde  olduğun bir gelecek olduğunu,

Hiç bilir miydim
Serkeşlik üzerine kurulmuş dünyamın, merkezinde çocuklarımızın olacağı bir dünyaya evrileceğini

Hiç bilir miydim
Sana dokundukça teninin damarlarımdaki kanımdan daha fazla bana hayat vereceğini

Hiç bilir miydim,
Siyah ve griye dönüşmüş gözlerimin mora bu kadar çabuk alışıp seveceğini

Hiç bilir miydim,
Turgut Uyar’ın dizelerinin senin hayatıma küçük bir tebessüm gibi gelişinle yanılacağını*
Ve Ekim’in hayatımdan hiç gitmeyeceğini

Hiç bilir miydim,
Yazdığım bütün hüzünlü aşk şiirlerine yüklediğim anlamın birden komikleşeceğini

Hiç bilir miydim,
İçimdeki yazma, sevme, direnme aşkımın gözlerinde kocaman bir Çınar ağacı gibi büyüyeceğini,

Hiç bilir miydim,
On yıl önce tutmaya korktuğum ellerini,  şimdi bırakmaya korkacağımı,

Hiç bilir miydim,
On yıl önce omzumdaki çantanın yerine şimdi senden benden bir canı taşıyacağımı,

Hiç bilir miydim,
Yaşadığımız onca sancının ilacının bize kek pişiren oğlumuzun sımsıcak sarılması olacağını,

Hiç bilir miydim,
Geceleyin dışarıya gezmeye, eğlenmeye değil de ateşlenmiş oğlumuzun telaşı ile çıkacağımızı,

Hiç bilir miydim,
Menekşenin kokusunun olacağını ve bu kokunun misk-i amber misali beni cennetine katacağını,

Hiç bilir miydim,
 Hayatın akışının elimizde olmadığını, buna kiminin kader, kiminin tesadüf benimse Seda diyeceğimi,

 Velhasıl-ı Kelam,
10 yıl önceydi İzmir’de falıma bakan bir çingenenin,  senin adını zikrettiğinde umarsızlığımın dönüp dolaşıp kocaman bir şaşkınlık içinde aşka dönüşüp hayatımın tam merkezine kurulup oturacağını bilemezdim.

Onca zamanın bize neler eklediğini neler çıkardığını, neler yüklediğini, neler aldığını, neler verdiğini, neyden neye çevirdiğini sorgulamıyorum… Zamana direnen insanlık tarihinde görülmemiştir.

Zor zamanlarımızın izlerinin zor geçeceğini biliyorum, ve biliyorum güzel zamanlarımızın gözlerimizde birbirimizi hala bulduğumuzun daha güzel geçeceğini ve izlere iyi geleceğini…

Bilmek bilmemek üzerine yazdım bu yazıyı. Zira hayat aslında bir öğrenmedir… Şimdi tebessümle bakıyorum hayat. Bize ne çok şey öğretmiş. Ve biliyorum ne kadar çok şey öğretecek daha.
Onuncu yılımızda, bana yine en güzel hediyeyle geldin… Bir CAN’la…

Seni seviyorum isminin başında sıfatların yetersiz kaldığı sevgilim…
Seni seviyorum tüm bilisizliğimle ve seninle gelecek tüm bilgilere olan açlığımla…
Seni seviyorum anaçlığının, analığının, kadınlığının, insanlığının, güzelliğinin ve Tanrının sana bahşettiği nadideliğinle…

CAN’ım
CANAN’ım
CAN’ımın CANAN’ı
CANLARIM’ın CAN’ı… 

Hep söylediğimi söyleyeceğim sana…

İnanıyorsam Tanrıya, senden sebep…

Çünkü sen mucizesisin onun bana…


3 Ekim 2007’den 
3  Ekim 2017 ye…


*
eylül toparlandı gitti işte 
ekim falan da gider bu gidişle 



Turgut Uyar (Acıyor Şiirinden)

9 Ocak 2019 Çarşamba

Birbirine Benzeyen Ölümler

saldım yüreğime mahpus kelimeleri
çelikten zincirleri kopararak
bıçak gibi kesip alır gözlerimdeki feri soğuk
martıları öksüz zamanı yarıda bırakır gibi
acımasızca kesip kanatarak
 
ayaz var burada berrak ve keskin
kurduğum düşleri çekip alır gibi

zengin mevsimlerinde kar serpiştirmiş tanrı
beyaz ve masum, ıslak ve çıplak
yoksulları da yoksul kelimelerimi de görmezmiş gibi
 
pencereyi açarım, içime ayaz batar
buz kesmiş eski çocuk parkı bembeyaz çimen çayır
yokluğun ve üşümek ne kadarda kardeş
ne kadarda birbirine benzeyen ölümler gibi ağır

İzi Kalsın

geceye inen hüzün gibi
çiğ düşüyor yokluğunda gözlerime.
yalnızlık sokakta benimle yürüyor
sokak lambalarıyla yarışıyor ay ışığı
gölgelerime değince

havlayan bir köpek gibi yırtıyor dalgınlığımı
ellerimde titreyen gül yaprağı
gözlerime takılıp takılıp

sana geliyorum diyorum
ardım sıra gölgelerim
ayağımda eski urgan
elimde solgun bir gül

melodiler geliyor pencerenden
duyuyorum
kulağıma ilintileniyor nağmelerin
döne döne berduşlar geçiyor karşı kaldırımdan
ve çöp toplayıcılar ağır kokularıyla

bense taşlara sürtüyorum ayaklarımı
ki izi kalsın yolunda

geçtiğimi bilesin

ya da bırak bilme 
sen dayanırsın da 
taş dayanır mı bu acıya


Ölüm Vakti

güneşi öldürdüm bu sabah
yorgun bir balıkçı teknesinden
sen yoktun uzakta eski bir kentteydin
görmedin ellerime bulaşan özgür maviliği

griye boyadım sonra
bütün martıların kanatlarını
herkes bilsin diye
onlarında günahkar yanlarını

güneşi öldürdüm bu akşam
bankta oturan bir ihtiyarın nasırlı ellerinde
ölüm vakti geliyordu
ve gözlerimden akıyordu ellerin
sen görmedin

8 Ocak 2019 Salı

Menekşe Kokusu

teoriler yıkılıyor

duvarlar yıkılıyor

gökyüzü büyüyor masmavi

menekşe kokuları beni ölümsüz kılıyor

O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...