27 Kasım 2017 Pazartesi

Fide II

İpek saçlı, al yanaklı, ay dudaklı,
Yepyeni tazecik bir Cumhuriyetmiş gibi,
Kıvranıyor, dört dönüyor tohum
Bundandır toprağın bütün sancısı

Ekimin 28 inde bir sabah körü,
Yoksul bir tren geçer gibi bozkırdan
Demiryolu işçisinin yoksulluğundan daha beter sancıyla
Bozkır çiçeği açar gibi,
Vurur gibi çekici örse bir demirci ustası
Ve kırar gibi zincirlerini bir millet
Kırdı kabuklarını tohum sancılar içinde

Belirginleşiyor şimdi
Eminönü’nde bir hamalın yürüyüşü gibi ağır 
Minik elleri ayakları yol yol
Buğday tarlasında başaklar gibi  büyüyor saçları
Kara tahta önünde
Kömür sobası ardında kara önlüklü bir çocuğun  gözleri gibi gözleri
Işıl Işıl yusyuvarlak…
Ve besleniyor ilimden bilimden vicdandan
Kadından ve topraktan
Memleket uğruna yitenleri yeniden toplar gibi
Kanlanıyor damarları

Filizleniyor elleri kolları bacakları
Her çatlağında toprağın
Boy veriyor, verecek
Ana rahminde duvarları zorlarcasına
Gerim gerim gerinerek

İpek saçlı al yanaklı
Yepyeni tazecik bir Cumhuriyetmiş gibi
Büyüyor


Daha da büyüyecek… 

(Kızım Doğa Simya'ya Üçleme)

27112017




18 Eylül 2017 Pazartesi

Tohum I

Ağustos başında bir akşam üstü
Düştü toprağa tohum
Alnından düşer gibi
Torna tezgahında bir ustanın
Kendi mezarını kazan
On altısında bir madenci çocuğun incecik teri gibi
Mağrur
Yorgun
Kapkara
Harran’da kara kuru bir ırgatın
Elinde büyüyen pamuklara inat
                                            Apak

Ağustos başında
Düştü toprağa tohum
Sessiz kıpırtısız uyuyor şimdi
Yoksulluğun o ağır uykusu gibi

Ama az kaldı çatlayacak
Nasıl çatlarsa acının sabır taşı

Öyle aniden

Öyle kıskıvrak…



(Kızım Doğa Simya'ya Üçleme)
18092017


12 Nisan 2017 Çarşamba

Dört Büyük Adam

Masada Dört adam 
Dört kadeh dört sigara

İçlerinde belki ufak  belki büyük
Kabuk bağlamamış dört yara
Siz deyin dert ben diyeyim kahr-u bela

Gün dönse, devran dönse
İyileşir mi kendiliğinde o yara

Dur desende ay döner güneş döner
Bozulur mu hiç bu maya

Masada dört kadeh dört adam
Kaygı yarına, kaygı yare,  kaygı bebeye
Büyüme çocuk büyüme
Büyüme sakın bugüne…



07042016 Alamut

24 Mart 2017 Cuma

Neye Yarar

gece gelmese üstüme bu kadar
neye yarar oyuncak tanrısına inanmak
çocuk kalmak varken sonsuz göğün altında
koştum 
              düştüm 
                             koştum
annem söyledi
yetermiş bu kadar oynamak

kırıp camlarını 
meskensiz ve mesnetsiz
kocaman bir oyunun 
girsem tam ortasına çocukluğumun


masumiyetin utangaç yanaklarında
ne de güzel olurdu 
horoz şekeri tadında yaşamak

ama 
ya giderse babam
gecenin bir vakti benden habersiz
hem de öpmeden o küçük alnımdan
neye yarar tekerleksiz arabam
kolsuz bebeğim
yırtık uçurtmam
eksilmiş çocukluğum neye yarar

18032007

23 Mart 2017 Perşembe

Sessizsin

sessizsin
inadına susuyorsun
denizleri kucaklayarak
gözlerinin en derininde
birbirine taş atıyor çocuklar

işçiler geçiyor avuçlarının

yol yapmış çizgilerinden
kadınlar ve sert ve bakışlı ihtiyarlar
naralar içinde
kızıl bir mevsim gibi yürüyorlar

sessizsin

boğazına düğümleniyor
içinde biriken tortuların
güne bakan kimsesiz bir ceset gibi
boy veriyor asi kimlikli umut
ve geceleyin gizlice çoğalıyor
papatya tarlalarında

fırtına büyütüyorsun içinde

oturduğun zaman yer inliyor
yumruğunu sıktığın zaman sema

sessizsin

belli ki vakti gelmiş
devrimin...

12 Mart 2017 Pazar

Yokluğunun Şiiri

bu şiiri
bir akşam yola çıkmadan önce okuyacağım sana sana dokunmama ramak kala
kokunda tinsel doyuma, gözlerinde mavi bir huzura kavuşmazdan az önce
ve çok önceleri sen gelmeden, içimde evcilleştireceğim yabanıl bir şiirin kelimelerini bu şiiri kulaklarına fısıldayacağım gece yarısı bildiğin ve belki özlediğin bir yola düşmeden

ruhunu ve onulmazlığını otobüs camlarının sertliğinde törpülemeden önce yani ben bir bütün olarak ruhumla, bedenimle yokoluşlarımı ve ve aşktanımazlıklarımı varoluşlara dönüştürerek yokluğunun çarkında

kelimeler ve şehir yeniden biçimlenirken dişlerimin arasında bir dilim kuru ekmek misali velhasıl ben bir tören havasında hazırlarken varlığımı bir başına geri dönüşlerine bunca kalabalığın içinde kulağına okuyacağım yokluğunun şiirini sonra gözlerine bakıp kimbilir belki varlığının menekşe şiirlerini yazıp yazıp denize atarım...

ve deniz toplarım gelişinin ve gitmeyişlerinin hatırına... 06082011

10 Mart 2017 Cuma

Ölüm Sersemliğinde Uyku

sabah oluyor şehirde... aydınlık getiriyor karabulutlar
yağmurlar sensiz yağmurlar getiriyor karabulutlar
şehir
sensiz şehir
yine büyük bir hengameye uyanıyor ayakları çıplak teni ıslak köşebaşında biriken yalnızlıklar can atıyor kalabalıklara karışmaya rutin bir gün doğumunda ölüyor avuçlarımda tohumlanan yaşama sevinçlerim gün doğuruyor kirpiklerim gözlerim nasılda ağır sokakları arşınlayan bir yoksulun omuzları gibi rutin bir gün doğumunda ölüyorum uykuya yatacağım ... 12082011

Beni Bıraktığın Yerdeyim

Beni bıraktığın yerdeyim Beton beyazı ışıkların Kalabalık gölgesinde
Zamanı durdurmaya yeltenirken sana bakıyorum hala kirli bir camekan perdesinden
sen misin şu gelen saçlarını savurup yeksan edip camları tüm ayrılıklara efelenen Beni bıraktığın yerdeyim Tüm gidişleri Dört duvar arasında sahneleyen Duman grisi bir terminal perdesinde Beni bıraktığın yerdeyim Mavi gömleğimi giydim Hiç gitmemişsin gibi olsun diye
Elimde gelişinin heyecanı İki de simit, acıkmışsındır
Öylece uzattım kollarımı Sana sarılmaya acıktım bende…

10032017

Ben Bir Menevşe Sevdim

Koltuğunun altında cumhuriyet gazetesi sıkıştırmış, sinek kaydı tıraşlı, mahcup bakışlı adam kör ediyor Beyazıt meydanını heyecanıyla. Kimseler görmesin al al kızarmış yüzünü, içindeki çocuksu arzuları kimseler görmesin… 2007 nin Ekiminde yanıyor kıvılcım ve işaretleniyor takvim gelecek yıllara her ekimde yeniden itinayla… 

Eski ama temiz kıyafetleri ile üstünde birkaç beden büyük duruyor entelektüel tarz. Başkası olmaya çalışan, sanki gitar kursuna gidip gitarı 5 liralık kılıfıyla ama bin bir edayla taşıyan yeniyetme ergen gibi… 


Aydınlık bir günün içinde taze demlenmiş bir çay içiliyor Sarayburnu sırtlarında… İstanbul bir başka güzel, bir başka şehir, bir başka aşk diye içinden geçiriyor adam… Kadına bakamıyor öyle sık sık. Sadece konuşuyorlar heyecanla ses titreyerek, tanımaya çalışarak, pot kırmaya korkarak, kendi olmaya uğraşarak… 


Ümit mi o yeniden filizleniyor kılıçtan geçirilmiş yüreklerde…



Dünyanın en kısa konserine gidiliyor birlikte, dünyanın en başarısız eşi dostu toplama girişiminin ardından… Kim bilir kaç buluşmaya, kaç acıya, kaç hikayeye, kaç kavgaya, aşka ve kim bilir hayal bile edilemeyecek rastlantıların yaşandığı bir sokak başında çocuksu heyecanla –cebindeki kıt parayla kız gelmeden ucuza karnını doyurma telaşı içinde- buluşup, yan yana yürüyerek… 


Vedat Sakman ki hüznün ozanı, bilemezdi o iki kısa şarkının hangi kapıların anahtarı olduğunu… Dinletinin ardından içilen iki bira ve derin sohbetle aralanıyor kapı… Usulca… Bir bebeğin doğum heyecanı gibi belki...



İlk sevişme, ilk korkular, ilk yanlış mı yaptım sorgusalları… Sevme arzusu ve çocuksu heyecanın masumiyeti dağıtıyor işte o varoşun içindeki küçük evde ki korku bulutlarını… Tereddütleri… 


Sevmek başlıyor gün geçtikçe… Gün geçmeden sevme arzusuyla büyüyerek sevmek…  Baharı karşılar gibi, cemreleri bir bir göğe, toprağa, suya düşürür gibi… Şiir yazar gibi, şiir okur gibi, yılkı atları gibi koşarak sevmek başlıyor


Geçmiş yaşanmışlıkların toz bulutunu dağıtmaya çalışırken yürekte, dumanların arasından görünen bir ışık bir nefes gibiydi tüm bu zamanlarda yaşanan her şey… 



Her geçen güne daha güzel, daha özel zamanlar, daha naif sürprizler, güzel sözler, cümleler, hediyeler, gönül almalar, gönül vermeler, neşeler, hüzünler eklemlendi… Yaşanmışlıklar arttıkça büyüdü sevgi, aşka büründü heyecan… Yaşamın merkezine dönüşüyordu kadın ve adam, birbirilerinin dünyasında usul usul… 


Ve yazılır ilk şiir… 


Esenlerde bir işçi sabahı aşkın alın terinden damıtılıp… 


Yazılır ilk şiir, geçmişin tüm yıkıntılarını süpürüp yepyeni bir hayatın inşasına başlamanın heyecanını taşıyıp… 


Yazılır ilk şiir yüreğinden yırtılırcasına sökün edip gelen kelimeleri demet demet kucaklayıp… 



uyanış 

gizlenmeyi seçmiş bu sabah güneş

yok gökyüzünde ondan bir iz
insanların yüzlerinde ışık
gülümseyebilmeye
duyumsayabilmeye dair

kuş sesleri yorgun saçak altlarında

 daha çok yeni çok küçük
yolu yordamı bile çizilmemiş
çok yeni ve kırılgan bir sevda
tırnakları aşınmamış
eti kemirilmemiş
kutsal ekmek koşuşturmacaları
yorgun küfür sesleri arasında

 yanılıyorsam uyar

savrulurken bedenimiz
bulut sandığımız taşların üstüne
ve uzaklaşırken martı seslerinden
dala tutunmak değil bu
ya da umutsuz bir arayış

 sevgili

yanılıyorsam uyar
adını gizlediğim o eski kente
zamansız bir kaçış değil bu
ya da   -aptal yerine koyup-
 inanmadığım tanrıya yakarış
 olsa olsa bunun adı
avuçlarında un ufak küçültüp evreni
asırlık ve kırışık bir uykudan uyanış
 mahrem
 mahmur
 mahsus

3110 2007 


1 Mart 2017 Çarşamba

Uzak

“Uzak dur benden…”

Asırlar ötesi kadar, kıtalar kadar. Yanı başında nefesim nefesine değecek kadar uzak… Menekşenin kokusu, kelebeğin ömrü, suyun rengi kadar uzak…

Ruhum(n)a kocaman bir dağ düşürdüm ben.  Her gün oya oya altını. Sallantısını, cürufunu, küf kokusunu görmezden duymazdan gelerek kazdım gözlerim bağlı, kulaklarım sağır, dillerim yılan…

Köklenmiş bir ağacın dibini eşe eşe…

Küçük bir Çınar fidanının gölgesinden cesaret alarak kazdım her gün o fidanın köklerinin bile kuruyacağını düşünmeden…

Ben bilirim sandım. Okudukça, ben’e gömüldükçe, perde çektikçe gözlerime kendimi avuturum sandım. 

Görmediğim yoktur sandım… Tanrı’yı sandığım gibi…

İçimde yaşadıklarımdan, benim söylediklerimden, benim yaptıklarımdan ibaret sandım o kökleri. Benim sanarak kendime kazma, kesme, yıkma, vurma hakkı verdim.

Nasrettin Hoca’nın kendi bindiği dalı kesmesi kadar basitti aslında gerçek. Birinin kolunu keserken, diğerinin bacağını kırmak ve yerde yeni filizlenmiş bir Çınar fidanını dahi kocaman asırlık bir çınarmış yanılgısına düşmekti yaptığım.

Oysa o çınar yokken, yıllar öncesinde nasıl heyecanla, aşkla, umutla, özveriyle, emekle dikmiş ve büyütmüştük o ağacı… Kocaman yapmıştık o balta darbesine rağmen…

Yerde toprağın içindeki solucanın bile varlığını sorgulayıp mantıkla açıklamaya çalışan ben, yitirdim şimdi ders alma erdemini. Nedenini, nasılını sorgulayamıyorum artık…

Hayatı ince tespitler yapmaktan, olaylara sebep sonuç ilişki getirmekten, kendi benliğine yaklaşıp öz benliğini bulmaktan ibaret sandım… 
Sosyal olmanın kendi çatımın dışında var olmak sandım. 
Saygının özverinin emeğin sadece sistemin içinde birer nesne olarak süregeldiğini ve mücadelenin sadece politik olarak sürdürülmesi gerektiğini sandım… 
Bunları sanırken yaptığım her şeyin, ama her şeyin doğru olduğunu düşünerek sandım…  

Tüm yanlışlarımın içsel ve dışsal etkilerini hesaplamak gerektiğini, bir ağacı yaşatıp büyütmenin onu dikmekten daha zor olduğunu göremedim… 

Her şeyin bir açıklamasını olduğunu bilirken, bu açıklamaların hayatımın köklerini nasıl bir acıya, nasıl bir yıkıma götürdüğünü bilemedim. Her şeyi bilirken hiçbir şeyi görememişim…

Her şeyi normalleştirirken, kendi hatalarımı yoldan çıkmalarımı, doğruyu reddedişlerimi, körlüğümü, kırıcılığımı da normalleştirmişim. Acıyı, yıkımı, kanamaları, yok oluşları, yakınken uzak olmayı da normalleştirmişim…

O ağaca balta vurduğum her gün her an ve her olayda, senin umutlarına da vurdum o baltayı. İçindeki sevmek, saymak, birlikte yaşamak direncine de vurdum o baltayı…

Biliyorum anlamsız şuan ne yazsam. Güzel karmaşık renkli cümlelerin arkasına sığınmam. Sana naif hitaplarım, uyurken gizli gizli öpmelerim dokunmalarım, eve gelişlerim, gidişlerim, bakışlarım. Varlığım hatta…

Susmak şimdi yaptığımız. En doğrusu ve yapılabilecek tek şey.  Zamana bırakmak.
Ölüme…

Gözlerimizin önünde benim kör gözlerimle vurduğum ve kan kaybını görmediğim bir ağacın ölümünü izlemek şuan yaptığım(ız)…

Şimdi görüyorum.  Öyle net görüyorum ki… Can çekişiyor kıvrana kıvrana. Vereme tutulmuş bir köpek gibi çaresizce… Kıvranıyor işte gözlerimizin önünde. Ben tekmeledim onu. Sarıp sarmalamak varken, ellerimle ağzına su vermek varken, okşamak öpmek, yedirmek varken tekmeledim. 

Öl dedim.

Öl!!!...

Öl ki acıt canımı… Kanat beni, ben seni nasıl kanattıysam… Seni nasıl kırdıysam, kıvrandırdıysam, yaşama umutlarını gözlerinin içine bakarak yaktıysam, gözlerime mil, ruhuma vicdanıma, geçmişime kara duvarlar örüp…

Sen de beni acıt… Hatta acıtmakla kalma… Acıta acıta öldür…

Yazmayacağım artık… Ne bir durum tespiti, ne bir hikaye, ne bir süslü kelimelerle kendimi affettirme çabası…

Doğruya ve gerçeğe inandım hep. İnanılanlara, anlatılanlara, söylenenlere, işte doğru bu denilenlere itibar etmedim. Doğrunun karşısında kıldan ince boynum…

Gerçeği göremediysem, salt kendi doğrumu doğru, kendi gerçeğimi gerçek sandıysam, ve girdiysem hakkına, sevmeyi üvey evlat görüp ötelediysem kötü kadın gibi, erdemlerin en büyüğünün sevmek, saymak değil gerçek ve doğru (ve onu da bencilce kendime yonttuysam) sandıysam, ve döktüysem körlüğümden, kabalığımdan, kararmışlığımdan sebep gözünün yaşını, vicdan ve gönül divanın da  ver hükmümü, kır kalemini…

Canım acıyor kanıyorum diyemiyorum… Yüzüm yok…

Ölüyorum kandan revandayım diyemiyorum… Yüzüm Yok…

Bir kez daha hadi diyemiyorum… Yüzüm yok…

Bağışlanmayı dilemek haddim değil…

Uzaktayım şimdi…  

Kendi yıktığım o dağın, kendi kestiğim o köklü ağacın, kendi tekmelediğim o köpeğin, kendi ağlattığım o güzel gözlerinin ağırlığı altında…



Hak ettiğim yerde… 

Hoş geldin oğlum

Bembeyaz masumluğunu gösterircesine bembeyaz karlar altında geldin dünyamıza. 

Sabahın erken saatleriydi gelişin. “Haydi kalkın, ben geliyorum aranıza ve çok şey var yapacak dünyayı güzelleştirmek adına” der gibiydin…

Sancısızdın olabildiğince, naifliğin ve insanları kırmamaya özen göstereceğinin ilk işaretiydi annenin canını acıtmadan kolayca  kucağımıza verilişin.

Heyecanlıydık. Ben daha sakindim, daha dik daha heyecansız gibi. Öyle görünmeye çalışıyordum yahut. Hayat bize her duruma alışıkmış gibi davranmayı öğretmemiş miydi zaten? İşte böylesine kutsal ve heyecan verici bir durumda da dik ve sakin olmalıydım…

Oğlum… Çınar Kemal’im… Devrime geleceksin demiştim sana… Hayat daha zor olacak ama güzel şeylerin habercisi gibi geleceksin demiştim. İşte daha da artmaya başladı devrimin sancıları yeni bir doğum sancısı gibi… Sokaklar şimdi daha bir tehlikeli lakin daha bir korkusuzuz bizlerde.

Cesaretimiz seninle birlikte, Ali İsmaillerden, Abdocanlardan, Ethemlerden, Ahmetlerden koptu geldi ve senin daha doğumhane kapısında kaşlarını çatıp sıktığın yumruğunla geldi yerleşti yüreğimize…

Bize cesaret verdin oğlum. Bize umut verdin.

40 gün oldu bugün aramıza katılalı. Ve 40 gündür evimizde bir tatlı telaş, değişik bir umut var… 

Şaşkınız hala… 

Senin 40 güne sığdırılması mümkün olmayan tepkilerine, yanı başımızda çıkardığın o garip seslere, gizli gülüşlerine, ayağa kalkacakmış, hemen sokaklara dökülecekmiş gibi gayretli hareketlerine alışmaya çalışıyoruz…

Senin varlığından önce her sokağa çıktığımda, yumruğumu her kaldırdığımda, gırtlağım yırtılırcasına her bağırdığımda içimin bir yerlerine çöreklenmiş iğnesini batırırdı umutsuzluğum ve kursağımda bırakırdı heyecanımı…  

Her sokaktan dönüşümde buruk olurdum. Çünkü dönmemem gerektiğini düşünürdüm… dönüyorsam sokaktan eve devrim yoktur, ve (a)normale geri dönmüştür her şey… Yine devam ediyordur bir yerlerde ölümler, tacizler, tecavüzler, yoksulluklar, ezilmeler, kölelikler…

Lakin senin geleceğin haberinle nasıl güçlendi omuzlarım, nasıl dikleşti başım, nasıl coştu yüreğim…

Şimdi geldin oğlum… 

Kucağımdan omzuma çıkmak için debeleniyorsun bayrağı daha da yukarıya taşımak ister gibi… Sesini daha gür çıkarmak ister gibi başını dik tutmaya çalışıyorsun…

Şimdi geldin işte oğlum…  

Mustafa Kemal  görüyorum önce, Kubilay görüyorum, bir ülkenin doğum sancılarının içinde… 

Sonra Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını görüyorum ihanete karşı dimdik ve onurlu bir koşu içinde… 
Erdal abini görüyorum 17 sinde ölümden korkmayan gözlerle kendini idam edenlere bakışını… 

Ve daha demincek, yıllar geçse de demincek gezide bu ülkenin onurunu dimdik ayakta tutmaya çalışırken vurulan ağabeylerini görüyorum daha doğumhane kapısından sıktığın yumruğunda ve çattığın kaşlarında…

Sana her baktığımda geleceği görüyorum oğlum. Yeniden kanlı ve pis bir doğumun ardından kirletilmemiş bir tertemiz bir ülke görüyorum.

Başkasının acısıyla canı yanan, bu acıya ses çıkaran ve acıtanlara hesap soran insanları görüyorum… 

Gülen kadınlar türkü söyleyen kadınlar görüyorum oğul… En önünde safların…  Çocuklar görüyorum ışıl ışıl yürüyen… 

Ellerinde kitaplar, ellerinde cetveller, ellerinde fırçalar. Yeniden çizmek ve boyamak için bu güzel ülkeyi…

İnsanlar görüyorum oğul birbirinin elini tutmuş ayrışmadan, bölünmeden ileriye bakan ve iki lokma ekmeğini bölüşen, düşeni kaldıran…

Oğlum Çınar Kemal’im… Çınar koyduk adının önüne… Çınar gibi olsun ışığının kökü, ömrün çınar gibi uzun olsun istedik… İnsanlara gölge ol, yol gösteren ol, nefes ver, huzur ver, sakinlik ver istedik… Sonra Kemal dedik sana… Büyük önderin adını koyduk. Onun gibi kemal, onun gibi aydın, onun gibi bağımsızlığına düşkün ol diye…  Kemal dedik.. Herkes Mustafa olurken sen kemal ol istedik. Ufkun açık olsun, haksızlıklara, hukuksuzluklara, sömürüye karşı hukukla, bilimle, olgunluğun ve azminle dimdik dur istedik…

Oğlum Çınar Kemal’im…

İsminle yaşa oğlum…

Hayatı ve insanları güzelleştirmek için vereceğin emeğinle, yoksullara, emekçilere, kadınlara çocuklara, yaşlılara, mazlumlara gereceğin kolun kanadınla, insan kalmak ve diğerlerini de insan kılmak adına dökeceğin alın terinle yaşa oğlum…



Yaşa oğlum… Dimdik omuzların, onurun, şerefin ve devrimci gülüşlerinle yaşa oğlum…

Hoş gelesin oğlum

Senin geleceğin haberinle eksik kalan yanlarını tamamladı yaşantımız. Çok sevindik bir ara gidecekmişsin gibi yapsan da. Ve seni koyduk yaşantımızın merkezine tüm saflığın ve kirlenmemişliğinle.

Öyle bir zaman seçtin ki, işaret gibiydi gelişin devrime giden yolda...

Bu ülke silkeleniyor oğlum. Yıllardır baskı ve zulme karşı susanlar bir kez daha büyük kurtuluş savaşına hazırlanır gibi ayağa kalkıyor. Ses çıkarıyor emperyalizme, diktaya, rejime, yalancılığa, hoyratlığa, faşizme. Korkunun imparatorluğunu yıkıyor insan olanlar ağır ağır...

Dilerim ki aydınlık ve barış içinde bir ülkeye doğasın...

Sanadır bütün bu devrim oğlum... Bunca şiddete, küfre, ihanete katlanış sanadır. Bizi insanlıktan çıkarıp dünyayı ve üzerindeki her şeyi yok oluşa sürükleyenlere inat meydanları sahiplenişim sanadır.

Duymuyorsun beni, görmüyorsun. Lakin yuvanda verdiğin her tepki, bizi öylesine güçlü ve inatçı kılıyor ki, bütün savaşlarımı sana güzel ve yaşanılası bir dünya kurmak ümidiyle veriyorum kötülere karşı...

Sanadır bu devrim oğlum... En saf halinle geldiğin dünyayı en saf haline geri döndürme gayretidir. Sevgiyi, ümidi, barışı, hoşgörüyü, iyi olan her şeyi yeniden dünyaya egemen kılma gayretidir...

Öğreneceksin. Kötüyü, iyiyi, güzeli ve çirkini. Lakin doğruyu ve yanlışı sen ayırt edeceksin. Onu öğretmiyorlar oğlum... Sen çözeceksin ve diyeceksin benim doğrum budur ve insan olmaktan iyiden, güzelden beslenir benim doğrum diyeceksin. Yarin yanağından gayri her şeyi paylaşmayı, komşun açken tok yatmamayı, ülkenin ve dünyanın bir ucunda zulüm gören birinin acısını gördüğünde acısını paylaşmayı öğreneceksin... Paylaşmıyorsam ve acımıyorsa yüreğim bir yerlerde bir çocuk ağladığında, bir anne haykırdığında ben yanlıştayım diye aynaya bakmayı ve gözlerindeki ışığı yeniden insan kılmayı bileceksin...

Her gün daha kötüye giden bu evreni, daha güzel kılma gayreti içinde olanların safında tuğla taşıyor ol, oğlum...

Hak, hukuk, eşitlik, adalet, vicdan, hoşgörü, iyi niyet, samimiyet, umut ve barış tut içinde oğlum...

Sanadır bu devrim oğlum...

16 yaşımda öğrendim yanlışın yanlış olduğunu söylemem gerektiğini... 16 yaşımda öğrendim insanın acıyla olgunlaştığını, gerçekle büyüdüğünü, sevgiyle insan kaldığını. Öğreteceğim sana da dik durmanın, onurun, şerefin, insan olmanın erdeminin vazgeçilmez olduğunu...

Renkleri de öğreneceksin oğlum... Toplumun maviyi erkek, pembeyi kız olarak belirlediğini göreceksin. Fakat sen renklerin cinsi olmadığını ve her rengin aynı güzellikte saygıya layık olduğunu bil oğlum...

Düşünmeyi öğreneceksin oğlum... Sorgulamayı... Sana verilen her şeyi ama her şeyi sorgulamayı öğreneceksin... Her bilginin, her olgunun, her kavramın sana sunulduğu şekliyle kabul etmemeyi öğreneceksin...

Şimdi bizi duymuyorsun, görmüyorsun ... Lakin biz senin verdiğin her yaşamsal tepki de Tanrının mucizesine, içimizde ümit pınarları coşarcasına sevgi ile dokunuyoruz...

Gücümüze güç, umudumuza umut, sevincimize sevinç katıyorsun daha gelmeden varlığınla.
Yaklaştıkça gelişin daha bir gerçekçi geliyor üstat Nazım'ın dizeleri... “O duvar, duvarlarınız, Vız gelir bize vız...” dizelerinin ardına seni ekliyorum yavrum... Yıkacağız diyorum bir kişi daha fazlayız diyorum...

Devrim aşktır oğlum... İnsana duyulan aşktır, yare, oğula, kıza, anaya, babaya, doğaya, doğruya, hakka, hukuka, adalete  duyulan aşktır... Senin gelişin yaklaştıkça işte büyüyor aşkımız...

Yaklaştıkça dünyaya masum bir merhaba deyişin, yaklaşıyor devrim... Senin getirdiğin umutla birlikte saflarımıza katılanlarda çoğalıyor... Büyüyor devrim aşkı, büyüyor sevgi...

Oğlum... Baharı müjdeler gibi müjdeledi Tanrı bize seni... Ve sen aşkı müjdeler gibi müjdeledin bize devrimi...
Sevgimiz, umudumuz, hoşgörümüz, ışığımız ve direncimiz bol...

Gel oğlum...
Gel ki annenle aşkımızı büyüttüğün gibi, dünyaya tıpkı Mustafa Kemal gibi bir kere daha müjdele devrimi ve aşkı...



Memocan, Abdocan, Ethem, Ali İsmail ve diğerleri… Varlığınız oğlumun her bir hücresinde yeniden can bularak büyüyecek ve devam edecek faşizme karşı o dimdik durmaya… 

27 Şubat 2017 Pazartesi

Uçurtma

sokaktan besliyorum gülücüklerimi
bundandır hep
üstüm başım toz toprak
direncim dağ
direncim pamuk şekeri
ürkmüyorum ama
kocaman kocaman oluyor gözlerim
annem gibi de değil ki uçurtma
24052007

Uzakta

Martı yok ki buralarda
Gözlerim kanatlarına asılsın

Havalar soğuk, insanlar soğuk

Kerpiçten evler var
Çamurdan yapılmış yollar
Yüreğime benziyor
 Ne yana baksan hüzne batmaktasın
Yemyeşil kırlar yok ki burada
Şöyle boylu boyuna uzanasın

2002 Çankırı

Vanilya Kokusu

ve siz;
vanilya kokulu güzel bayan
nasıl alırsınız hüzünlü yağmur kaçamaklarınızı

durun
sakın acele etmeyin
daha çok var
toprakla cemrenin buluşmasına
göz kırpmasına
şimal yıldızının aydınlık bahar gecelerinde
kurgular
planlar
taktikler

an geldi
kılıçlar kınından çekildi erkenden
kavgalar başladı aşk için sözde
...
oysa tanrı cehennemi de yaratmıştı
aşkı bilmeyenler için kapıları ateşten


09012005

Taş Düşüşleri

geceye dokunmuş öksüz bir çocuk gibi
sokağın başında ağlayan bir adam
yıldızlar bu gece inadına kör

ince bir sızı içten içe kemiriyor beni
aydınlatmaz dünyayı ağzınla kuş tutsan

alnı gibi buruşmuş adamın elleri de
hayalleri öksüz
geceye dokunmuş yoksul çocuk kadar

ve her yere düşüşümde
içime içime giriyor yeni bir başlangıç

son olsun bu kez
yaşamayayım uçurumdan aşağı taş düşüşlerini
şaraptan bozma terler dökerek alnımdan
bana kalsın
maviliğin denizi
çığırtkan martı seslerim

31102007

22 Şubat 2017 Çarşamba

Hey Hat

anlamıştım bir gün suların durulacağını
yoksul bir ekim akşamı
menevşe şerbetinde seviştiğimde...

hey hat...


anladım ki
gözlerinde kaybolduğum güzel
tanrının ta kendisiymiş...

hey hat...

yaşamak ne güzel şeymiş...

13032008

Teslimiyet

Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde. 
Beni yalnız sen mahkum eyle sen azad. 
Ve yalnız sen iste özgürlüğümü benden
ki nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim. 

Geceye Verdik

Bir gece yarısı Loş koridor ışığında gördüm seni Belli belirsizdin, aynı güzeldin Saçların dağınık, yüzün solmuş, kıyafetin inceydi Üşür gibiydi(k)n Ve biz Geceye verdik üşümeleri, ürpermeleri Tenimizden sebep değil dedik hep Kapılar kapalı, yangın yeri bütün kaçışlar Kalksam, dokunsam sana Etin etimde eriyecek biliyorum Oysa sen bir küfür gibisin şimdi dilimde Okkalı ve ağız dolusu Kus diyordu içim Yut diyordu dilim Ve biz Geceye verdik yutkunmaları, bulantıları Acımızdan sebep değil dedik hep Bu gece yarısı Sesin çalındı kulağıma Kelimelerin ürkek, sesin kısık, dudakların titrek Kısaydı ama güzeldi söylediklerin Dilimizden dökülenler(l)e kanıyor gibiydi(k)n Ve biz Geceye verdik susmaları, suskunlukları Kan(a)maktan sebep değil dedik hep İşte bu sabaha karşı Bir minare şerefesinden Dökülürken ruhumuza buluşmanın salası, Herkesler giderken bir bir kendinden sebep Geceye verdik biz gidişleri, dönmeyişleri Korkmaktan sebep değil dedik Ve bu yüzden Ölmekten sebep sevdik hep 08062016

Yarın Güzel Birşey Olsun

Yağmur yağıyor… Bir zalimin eliyle yakılmış iç yangınlarını söndürmek istercesine… Bardağı devirmek, acının değdiği her yeri suyla boğmak istercesine yağıyor. Bilmiyor yağmur acının büyüklüğünü, yıkılmışlığın boyutunu. Yağıyor, bulutları doldurup doldurup, bilmeden daha cana değmeden buharlaşıp yittiğini… Yağıyor yağmur, bir menekşenin kırılmış dallarını yerlerinden koparırcasına, toprağı eritip suya katarcasına.
Seni çırılçıplak yaktığım yangında buz gibi üşütürken, üşüyorum bende… Tuzla buz ediyorum vicdanımı… Sana bakmaya, eşyalara dokunmaya, fotoğrafınla konuşmaya, yemeye, içmeye, nefes almaya utanıyorum…
Nereye dönsem kendi zalimliğimi, acımasızlığımı görüyorum… Seni görüyorum. Gördükçe buz gibi titreme nöbetlerini, ısıtmaya korkuyorum. Isıtamam diye korkuyorum. Daha çok üşütür öldürürüm diye korkuyorum… Kapını çalmaya, sana sesimi uzatmaya, yanından geçmeye utanıyorum. Gözlerine yakalanırsam ölürüm… Gözlerimi gözlerine çevirmeye utanıyorum…
Yağmur yağıyor... Acı yağıyor onunla birlikte. Yalnızlık, yıkılmışlık, güvensizlik, çıplaklık, korku, nefret yağıyor… Yıktığım harabelerin enkazı yağıyor etlerime çarpa çarpa. Savuramıyorum… Avunamıyor, avutamıyorum…
Seni anlamaya çalışıyorum. Acına dokunmaya hissetmeye, acında kendimi yakmaya çalışıyorum. Bilemiyorum yangının nasıl dineceğini, üşümenin nasıl geçeceğini, onca yıkılanın yerine nelerin dikileceğini dikilmesi gerektiğini…
Seni ihanetim, beni pişmanlığım yakıyor… Ve sevmekten başka hiç birşey yapmayan seni de öldürüyorum kendi ellerimle… Kendimi de öyle… Bizi, bizi biz yapan her şeyi de öyle… Zalimce seviyorum, öldürerek seviyorum… Sevmek ağır geliyormuş bana… canımı acıtırken kedi misali beni seveninde canını yakıyormuşum… gözlerindeki üşümüşlükten nasıl da derin hissediyorum bunu… ve pişmanlık nasıl da yedi kollu canavar gibi parçalarken bir ahtapot gibi kaçmamı engelliyor…
Yıkıntıların arasında bulmaya çalışıyorum parçalarını… Toplasam bir bir diyorum… Dikerim… Ama korkuyorum. Çünkü kalacak izleri o dikişlerin… Kolunda bacağında yüzünde sırtında karnında kalbinde başında heryerde binlerce dikişle bambaşka olacaksın… Korkum izlerinde her daim kendi yanlışımı hatırlamak, izlerinde seni nasıl kanattığımı görüp o izlerde yeniden yeniden kendimi kaybetmek… ve sen elimi sürmemem için parçalarına dahi, kaçıyorsun benden… Daha ne kadar parçalayabilirim seni… Ne kadar acıtabilir, küçültebilir, ne kadar yok edebilirim…
Ne olur izin ver ağlaya ağlaya, yana yakıla, parçalana parçalana, öpe öpe, seni toplamama… Ne olur izin ver sen yavaş yavaş iyileşirken benim izlerinde her gün yeniden yok olmama, kanamama, utancımda boğulmama…
Ne olur…
Bak yağmur yağıyor… Belki diner acımız. Belki söner yangınımız… Belki değdikçe damlalar yüreğimize bir küçük tohumcuk düşer yeniden toprağa… filizlenir. Belki tomurcuk olur… Herşeyi bu kadar cehennem ateşiyle birlikte cehennem karanlığına çevirmişken, ve pişmanlığımın cehennem çukurlarında debelenirken tek şey diliyorum… Ne olur yarın güzel bir şey olsun…
21092016

17 Şubat 2017 Cuma

Ömrümüzün En Uzun Eylül'ünde

En uzun eylülü bu ömrümüzün…

Bize değen zamanın içinden başka türlü geçtim ben.


Karararak geçtim…


Kömür karası gibi, ufuktan geçen geminin kalafatlarına sürülmüş zift gibi.


Bir katilin kararmış kan karası elleriydi ellerim, limanda martı besleyen…


Yırtığım, söküğüm, alın terim, o taptığım sözcüklerim vardı bir de sana gelirken.


Hepsi beyazdı. Bende beyazdım.


Zaman bize değmemişti…


Değişmemişti hiçbir şey ya da görmemiştik biz içinden akıp giderken.

Aynıydık aslında. İlk dokunuşlarımız, ilk yaralarımız, bitirdiklerimiz, yitirdiklerimiz aynı hep…
Yırtıklarımız, söküklerimiz, kırılan yerlerimiz bile aynıydı…

Aynı değiliz ikimizde şimdi…


Senin kesiklerin daha çok şimdi, benim sabıkalarım…

En uzun Eylül’ü bu ömrümüzün…

Oysa ben severdim onu. Eylül'ü yani...


Güzel olan iyi olan beyaz olan her şey için direnmeyi hatırlatırdı bana. Sokağa atardım kendimi, yollara, yaralı kalabalıklara…


Merhem alır merhem verirdik omuz omuza…


bilirdik yalnızlık ölümdür.


Ve zalimin zulmü korkutmazdı bizi yalnızlık kadar… Yırtığımı, söküğümü ve sözcüklerimi taşırken bohçamda sana gelirken, zaaflarımda gelmiş, hatalarım da…


Sevgisizlik yoktu ama emindim.


Aksine sevgi doluydu yüreğim tıka basa…

Ve geceler aldım senden, nilüfer çiçeklerini, o menekşe kalbini aldım her Eylül’de az az…

Kese kese, kanata kanata aldım. Kopara kopara…


Farketmeden zaaflarımı, ve görmezden gelip hatalarımı tükettim seni…


İçime çöktü sevgim kurşun gibi…


Ve karardım zaman bana bir başka değdikçe…


O ufuktaki gemi batıyor şimdi gözlerimin önünde.


Gemiler batıyor, ellerim daha çok kararıyor, sen tüm yaralanmışlığınla gitmeyi diliyorsun…

Sözcüklerim…

O taptığım sözcüklerim sırt dönüyor bana.


Sandım ki kurtarır, derman olur, merhem olur sandım taptığım sözcüklerim…

Şimdi kendi içimde ölüyorum.

İçime ölüyorum…


Kapkara ve bin pişman.

Ve bu en uzun Eylül’ünde ömrümüzün, kendi zulmümden kendi yalnız ölümüme açılıyor tek bir kapı…
Ve bu en uzun Eylül’ünde ömrümüzün karanlık hücremin penceresini aralamaya ve direnmeye bile yüzüm yok…

Susarak öldürüyorum kendimi, daha önce seni senin içinde öldürdüğüm gibi…

Affetme beni… yanayım… acıyayım… kanayayım… lime lime olayım… küllere dönüşeyim…
Bir gün…

Belki bu Eylül’de birgün pişmanlığımın ve vicdanımın küllerinden güneşe savrulurum.


Sana uçuşurum…


Saçlarına değerim, ellerine düşerim…


Belki bu Eylül bir yağmur damlasında gözüne akarım…

Gidersen başka bir zamana, başka bir yere…

Gelemem. Suya rüzgara karışır… ölürüm… ölümse cezam öldür…


Öldürdüğümün ellerinden olsun…


değilse şayet;

En uzun Eylülünde bu ömrümüzün, bir akşamüstü yağmurunda, sen bütün kanamışlığın ve ben bütün küllerimle karışalım toprağa.

Göğe karışalım…

Ve o gemiye el sallayalım yeniden…





O Zaman

Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...