anlamıştım bir gün suların durulacağını
yorgun ve yoksul bir ekim akşamı
hey hat...
anladım ki
gözlerinde kaybolduğum güzel
tanrının ta kendisi imiş...
hey hat...
yaşamak ne güzel şeymiş...
anlamıştım bir gün suların durulacağını
yorgun ve yoksul bir ekim akşamı
Oturmuş merdivende 7
Güzel bir küçük kız 5
Kapının eşiğinde 7
Çirkince bir oğlan 5
Utangaç bir hava 6
Yalayıp geçiyordu 7
Taşları kırılmış 6
Solgun merdivenleri 7
Bir deli cesareti 7
Kalıyor hatırda 7
Bir de avuçlarda 7
Derince bir yara 7
Unutmak mümkün değil 8
Hatırlamak mı asla 7
Birikip duruyorlar 8
Üst üste masamda 7
Ey yerde akan su
Üşütme gülümü
Sarılasın diye
Bıraktım kucağına
Dökme yaprağını
Acıtma canını
Çok narindir çok
Tedirgindir o
Ardına bakmıştır
Ödemiştir diyetini
Geride bırakmıştır
Taç yaprak gülüşlerini
Ey yerde akan su,
Korkutma gülümü
Büyüktür rahmetin
Sevgin çok derindir
Bu kendi adıma
Senden son dileğimdir
Ey gökten düşen su,
Karartma önünü
Ruhunu okşa diye
Bıraktım eteklerine
Yolu çok çetindir
Taş koyma önüne
Çok narindir çok
Tedirgindir o
Ardına bakmıştır
Ödemiştir diyetini
Geride bırakmıştır
Taç yaprak gülüşlerini
Ey yerde akan su,
korkutma gülümü
Büyüktür rahmetin
Sevgin çok derindir
Bu kendi adıma
Senden son dileğimdir
içimde büyüdükçe büyüyor
zehirli bir susmak
kapanmaz cüzzam yarası sanki
vicdanımı sarmalıyor o kanlı cerahat
zeytin ağacına anlatayım diyorum
kaldırım taşına
çöp tenekesine
kediye anlatayım, en azından şu aç kediye
yoksa içimden öldürecek beni bu anlatamamak
betimsizliğin ve belirsizliğin
çekiminde evrilmek
ve bazen
denizin üzerinde yürümek gibi bir ahval içindeyim.
yüreğimde acımasızca çatışıyor benle ben
hani diyorum kendimden biraz gitsem.
bu acının sesinden, gülüşünden, ağırlığından
uzaklaşsam ağır ağır bir vagonun penceresinden el sallayarak...
ne acıtıyorsa canımı
yüzüstü bırakıp bu mistik şehrin hengamesinde
kaçıp gitsem
gitme desen, yüzleşemem
acırım yüzüme baktıkça
ve yaklaştıkça yüzüne
dilime dolanır hüzünbaz türküler
ben betimsizliğinle sevişirken
duvarların koyu karanlık gölgelerinde
sen
ahşap bir pencerenin kirli camlarından
ufka bak yeter
göremiyorsan beni eğer
bil ki bitmiştir bu yangın
nasıl senden habersiz sana yandıysa
külleriyle de dost olmuştur o vakit
ve azad edilmiştir yüreğim
yüreğinden
habersizce
27.04.2011
kı-zıl od-a dön-müş i-çim sön-mü-yor (11)
dert-le-rim dü-ğüm ol-muş çö-zül-mü-yor (11)
ben i-çe-ri ben öl-müş di-ril-mi-yor (11)
kırk bir top-rak at-sam da gö-mül-mü-yor (11)
ge-ce be-ni bi-lir ben de ge-ce-yi (11)
gü-ne küs-tüm gö-re-me-dim ha-le-yi (11)
ke-lam düş-man ey-le-miş her he-ce-yi (11)
kırk sa-tır da yaz-sam hiç o-kun-mu-yor (11)
bir yandan bu belirsizlikler
bir yandan bu belirsizliklerin cazibesi
bir yandan bu belirsizliklerin cazibesinin insanı diri tutuculuğu
bir yandan bu belirsizliklerin cazibesinin insanı diri tutuculuğunun getirdiği yorgunluk
bir yandan bu belirsizliklerin cazibesinin insanı diri tutuculuğunun getirdiği yorgunluğun üstüme yüklediği ağır yalnızlık arması
Tüm bunları haldır haldır çalışırken düşlemem, kedimin bir yün yumağını gerçek sanması
Çok garip yalnızlığın baki, ölümün en belirgin şey olması
Peygamber çiçeğinin taç yapraklarında
Karanlıklardan çıkıp geleyim de
Bir merhaba diyeyim diye bekliyor yorgun güneş
Zaman şimdi elimde fırından yeni çıkmış bir simit
Yürüyorum yukarıya taşlı tarladan
Uzaklardan köpek havlamaları geliyor
Sıcacık dumanı üstünde bir çay gibi, göğsümde büyüyen umut
Bulutların arasından hemen seçiyor seni gözlerim
Bir arı tereddütsüz günebakan çiçeğine konuyor
Yanımdan hızla geçip gidiyor bir kırlangıç
Bak kırlangıçlar da sana benziyor
Biliyorum yitirdik dünü, bir çocuğun başını bile okşamadan
Simidin susamları yerlere dökülmeden kalk gel hadi,
Bugün de bizim,
Bugün de güneş bize sesleniyor
Zalimin çıkarttığı yangınlara su taşırken
Mazlumun kayıtsızlığında piştim ben
Öldüğünü bilmeyen ölüler ülkesi burası
Nasır tutmuştur ellerim
El verirken bir kabzımalın yüküne
Su taşıdım tek tek buğday başaklarına
Üşenmek, burun bükmek ne haddime
Tütün kuruttum, pamuk hasat ettim
Kavurulurken yüzüm güneşin alnında
Tornacı tezgahından, kaynak ateşinden
Mobilya talaşından
Denize çıkan sokaklardan,
Ormana açılan bahçe kapılarından,
Ayağımda çizme, başımda baret
Kaldırım gören yarım pencerelerden süzüldüm maviye
Bir ceylan gibi sekerken aslanın pençesinden
Zalimin dişli düzeneğine çekicimi vururken ellerim kanlı nasır
Mazlumun pişkinliğinde taş olmaya durdum ben
Şimdi nasıl da güzel dönüyor yağlı çarklar
Çok mesut halinden kabzımal, tornacı ve dahası
Bu kabulleniş yalnız bana münhasır değil
Çocukların sesi de yok parkta,
Bir güzel tablo üstünde kadının gözü de
Ya da bir köpeğin kendi kuyruğu etrafında dönüp duran neşesi
Çok mesut halinden çiftçi, fırıncı, çöpçü ve daha onlarcası
Ama hiç yüzü gülen de yok
Çünkü burası öldüğünü bilmeyen ölüler ülkesi
"Öldüler" diyorum "öldüler, anla"
Yaşamıyor hiçbiri, şimdi şuanda
Beynimdeki uçurumlardan atıldı çocukluk zamanlarım
Yokmuş literatürde böyle bir şey
Hatıralar gömülmezmiş toplu mezara
Kabul ettiremiyorum ulan kimseye
Ama bu da bir nevi katliam
Sınırını aştığımız sevgilerden vurulduk hep
Kıyısına yanaşamadığımız nefret çürüttü yaralarımızı
Bu kanıksanmış cinayetler ne kadar da muntazam
Dalgalanıyor kıyısında şiirlerimi yaktığım göl
Birazdan rüzgar ateşi harlayacak,
Kavrulacak kağıt kesiği ellerim,
Ben kibriti çakan tarafıyım bu yangının
Sen ellerime tutuşturan tarafı
İnat ettim bu kez ben ölmeyeceğim, sen kendi kendine öl
Anahtarları denize atalım parmaklıklar arasından
Bırakalım artık bu yalancı el tutuşları
Her sarhoş kendi masasında ağlasın,
Her mahkum kendi hücresinde asılsın,
Kağıtların arasına katalım siyah beyaz unutuşları
Kendi çamuruna bulansın her çiçek
Sevmek, senin içinde büyük Azazil kibri
Sevmek ebedi bir ölüm, ölüm ilahi bir gerçek
Kendi kalemimi kendim kırdım ben,
Har ağacındadır infazım
Bir göl kenarında yaktım kalan günlerimi
Ben kibriti çakan tarafıyım bu yangının
Sen kibriti elime tutuşturan celladı
Ben hiç sevmedim kendimi bu cihanda
Bir ağacı yahut bir çocuğu sevdiğim kadar
Diyeceğim o dur ki;
Bu kibrit son kuru kibrit ve bu şiir buraya kadar
Akşam yemeğimizi yemiş, üstüne misafirlerimiz ile kahve eşliğinde ana teması vazgeçilmez gündemimiz olan zamlar, hayat pahalılığı üzerine sohbet ediyorduk. Tam olarak sohbet denilmez elbette. Bir şekilde dert yanıyorduk birbirimize. Derdimizin muhatabımız yoktu çünkü. Çünkü muhataplarımız bizim ya deli ya da hain olduğumuzu düşünüyor olmalıydı ki ekonominin sürekli iyi olduğundan, dem vuruyordu meydanları ve medyanın tüm zamanını işgal ederek...
Böyle bol serzenişli bir muhabbetin ortasında, göğsümüzün tam ortasına fil gibi oturan, ciğerimizi yakan, bizi hareketsiz bırakan bir acı haberle düştü suratlarımız. Ve dilimden dökülen ilk cümle "yine mi ?" oldu. Yine mi arkadaş!!! Yine mi patladı grizu, çöktü maden ocağı? Yine mi önce tekli rakamlarla başlayıp sonra çift belki de 3 haneli rakamlarla ifade edilecek canlarımız yitip gitti?
Babam yaklaşık 30 yıl çalıştı maden ocaklarında. Kah Amasra'da kah Zonguldak'ta kah emekli olduktan sonra Çankırı'da. Biz alışkınız her sabah helalleşerek babamızı işe göndermeye. Alışkınız eşimizin, dostumuzun göçükte kaldığını duymaya... Ki hala babamın kaburga kemiklerinde vardır bir göçüğün izi. Benim de gözlerimin önünden ve kulaklarımdan gitmez Çankırı da birlikte çalıştığımız dönemde
Yani alışkınız derken kulaklar alışkın, dudaklar alışkın. Ama yürek alışmıyor hiç. Çünkü o göçükte kalan aslında geride kalanlar oluyor hep. Çocuklar oluyor, analar oluyor, eşler oluyor, metin olmaya dik durmaya çalışan, madenden bir şekilde emekli olabilmiş babalar oluyor. Acıya alışılır mıymış hiç? Sabahında birlikte kahvaltı yaptığın kardeşin, aynı yatağı paylaştığın eşin, seni sımsıkı sarıp koklayıp giden babanın yokluğuna alışılır mıymış hiç? Nitekim ateş düştüğü yakıyor ve o yangının izi hep kalıyor. O ize baktıkça yangın harlanıyor yeniden...
14 Ekim 2022 tıpkı diğerleri gibi, tıpkı kendi gibi kapkara yazıldı tarih sayfalarına. Bilmem kaçıncı maden faciası!!! sıfatıyla. Bu kez kırk bir canımızı yitirmiştik. Kimi bekar, kimse yeni evli, kimi yeni doğacak çocuğunu bekliyor, kimi çocuğunu öpmeden çıkmış evinden. Hepsi daha gencecik.
Geride kalan çığlıklar, gözyaşları (timsahların ki dahil) ve gövde gösterileri (çimenleri ezen fillerin) kaldı. E bittabi vatan millet naraları, şehitlik nutukları, bolca dini ritüeller ve dualar...
Şimdi sıra geride kalan ailelerin acılarını dramatize ederek reyting devşirmeye yahut çeşitli yardım kampanyaları ile duyguları suistimal etmeye geldi.
Elbette hep birlikte el ele acıları paylaşalım, geride kalanlara omuz olalım, dualar okuyalım, yardımlaşalım, birlik olduğumuzu gösterelim...
Peki ya nedenlerini sorgulamayı, sebep olanlara hesap sormayı, sicilinde maden kazası olanları terfi ettirenlere dur bir dakika demeyi, ortalıkta dolaşan uyarı raporlarını, işçi beyanlarını, daha önceki kazaları hiçe sayanlara hesap verin demeyi, dünyada üretilen kömür başına ölen madenci sayısı niye en çok bizde, niye başka ülkelerde madenciler ölmüyor da bizde ölüyor diye sormayı kim yapacak?
Bugün yargının adli bir olayda bile kamuoyu baskısı olmadan sessiz kaldığını düşünürsek, böylesine ihmaller ve umursamazlıklar silsilesinin kaçınılmaz neticesi olan bir katliama "kader" deyip geçelim, geride kalan ailelerin 3 gün sırtını sıvazlayıp unutalım ve önümüzdeki yaşanacak muhtemel kazaların!!! acılarına yüreğimizde daha çok yer açalım...
Muhalefet dün sessiz kalıp oylamaya eksik katılım sağlayarak meclisten geçmesine vesile olduğu sansür yasasına bugün hayır olmaz geri çekin diye bağırmakla meşgul. Çünkü o yasa gündeme geldiğinde türban gibi büyük bir problemle uğraşıyorlardı. Zira kendilerinin yayınladıkları Sayıştay raporlarına aynı gün "dezenformasyon" diyerek itiraz edildi -başında Kozlu da 8 madencinin öldüğü olay sonrası para cezası alıp terfi ettirilen kişinin olduğu- kurum tarafından.
Küçük bir anıyla bitireyim.
Yıllar önce çalıştığım firmada genel yönetim toplantısında üretim müdürü patrona "efendim zemin sürekli ıslak olduğu için işçilerin ayakları ıslak hasta oluyorlar, yeni 100 çift su geçirmez ayakkabı almamız lazım" dediğinde patronumuz " suyu kesin o zaman hasta olmasınlar. Her altı ayda bir ayakkabı maliyeti mi daha fazla, suyun kesilmesinin maliyeti mi daha fazla? Sebepleri önleyin sorunu değil" demişti.
Ne zaman ki kötü olayların sebeplerini ortadan kaldırırız o zaman huzura ereriz. Bunun da ancak liyakatla, bilimle, teknolojiyle, kanun ve yasalarla olması gerektiğini hepimiz biliyoruz.
Hala bu faciaları yaşıyorsak bir yerlerde bunlar eksik demektir... Haliyle sebepler ve failler gün gibi ortada demektir...
Acılar yaşandığında gösterdiğimiz dayanışmayı ve birliği, yaşatanların karşısında da göstereceğimiz günlere ereceğimiz umuduyla...
17.10.2022
Ey yerde akan su, üşütme gülümü
Kırma incecik dalını
Dökme solgun yapraklarını
Sarıl diye bıraktım kucağına
Ne olur acıtma canını
Ey gökten düşen su, üşütme gülümü
Güneşi çok özledi o, karartma önünü
Ruhunu yumuşat diye bıraktım
Eteklerinin altına
Yolu çok çetin
Ne olur kaydırma ayağını
Çok narindir
Çok tedirgindir
Geride bırakmıştır
Kökünü ve tomurcuklarını
Bir diyet gibi keserek
Büyüktür rahmetin
Sevgin derindir
Ey su, sen gülümü korkutma yeter
Bu, kendi adıma senden son dileğimdir...
21092022
İnce bir yağmurun içinden geçiyorum
Ne sırılsıklam ıslanıyorum iliklerime kadar
Ne de tedirginim illegal bir ölümden
Bakıyorum da herkes, kendi günahının içinden
Laf yetiştiriyor başkalarının günahlarına
Dizlerinin boyu kadar
Ama her ne hikmetse gitmiyor hiç kimse
Bir ermişin ayak izinden, arpa boyu yol kadar
Adil bir yağmurun içinden geçiyorum
Her şey net, her şey aklımda ayan beyan
İki şey yok yalnızca hatırımda, bir dün bir de yarın
Netliğime bakma içimde sonsuz bir galeyan
Senden ibaret işte yürüdüğüm bütün yol
Sağlı sollu uzanmış bu ağaçlar sanki saçların
Sen avuçlarımda sırılsıklam kanatlı bir güvercin
Kızgın bir yağmurun içinden geçiyoruz
Sonu gelmiş gibi bir şeylerin
Bu düşen yıldırım şu çakan şimşek
Kopuyor gökte bir gürültü bir tantana
Korkma, seni göğüne salacak kadar seven bir ademin elindesin
Şöyle düşün, göz kırpıyorum Tanrının diliyle sana
Bitecek elbet bu yağmur, son bulacak karanlık
Sen kendi göğüne kanat çırpacaksın
Ben şiir okuyacağım balıklara Sarayburnu sırtlarında
Elbet biz bu ölümlü sevmelere alışacağız
Buluşacaksak şayet bir gün
Beyoğlu'nda bir sokağın adam kayırmaz eşitliği içinde
O boyalı duvarın saçakları altında buluşacağız
29092022
Gül bülbüle ümit vermiş durduğu daldan
Bülbül saçmış toprağa gülün tohumunu
Biter bahar, gelir diye kış
Ey bülbül, yeşermez o gül, boşuna o uğraş
Bu mevsim sevme mevsimi değil
İnsanlar geçiyor sokaktan, hepsinin yakasında fotoğrafım
Gözümle saydım bir solukta, o kadar az
Bir bakayım kimler omuz vermiş tahta sandığa
Kimler vefakar, kimler kadirşinas, kimler değil
Yararak kalabalığı, bir çocuk geliyor mezar başına
Sesleniyor eğilip, usulca
Kalk baba, bu mevsim ölme mevsimi değil
Zamanlı zamansız nasılsın diyememek
İçimdeki sancının adı
Nasıl olduğunu bilememek belki de
Ya kötüysen, acıyorsa canının bir yerleri
İşte ağzıma gelen, bu endişenin kekremsi tadı
Bu cüzzamlı endişenin ağırlığı üstümde
Oturdum sahilde yarısı ıslak bir bankın kuru tarafına
Bir şiir yazdım, kim bilebilir ki bu şiiri sana yazdığımı
Aç martılar bilir, karınları doyup gidene kadar o da
Kulaklığı kulağında hızlı adımlarla yürüyen kız bilebilir
Denize rastgele olta sallayan şu acemi balıkçı kesin bilir
Bu saatte geldiyse buraya, yarası derindir, o kesin bilir
Kimseden değil ama sen bilirsin bundan eminim
Daha okur okumaz
İç geçirirsin cevap verir gibi uzun uzun
Senin de göğe bıraktığın mektubu kimse bilmez
Bir üstümdeki o ağır endişe
Bir de, suda ki balığa seni soran ben bilirim...
Dik ve eski bir yokuş bu yürüdüğümüz yol
Tepemizde kıskanç bir güneş
Göğe dokunma gayesi tastamam cebimizde
İnceden ter yürüyor alnımızdan boynumuza soğuyarak
Kapılar dizilmiş sağlı sollu, bir tabur asker gibi
Rengarenk, allı pullu, üç basamaklı kapılar
Geçmişi aşağıda bırakmanın ürkekliği üstümüzde
O geçmiş ki, çok uzaklara bıraktığımız hırçın bir kedi
Hiç bırakmayacakmış gibi peşimizi
Zamandan ve insandan muaf bir yürüyüş bu
Kapılar, basamaklar, taş kaldırım, ve gökyüzü var en çok
Kapı önlerinde alkım çiçekleri boy boy
İstemem ne geçmiş, ne de bir insan evladı
Kimse gelmesin ardımızdan
En güzel bahanem benim bu yokuşlar
Öpmek için sevgilinin yorgun ve al yanaklarından
19.08.2022 İstanbul
Yan yana iken gözlerine bakamadığım doğrudur
Doğrudur yokluğunda gözlerini özlediğim de
Su verdiğimde, veremden ölmüş bir gencin
solmuş mezar çiçeklerine
Ellerini hatırlarım bembeyaz,
küçücük kırılgan ellerini
Ellerini hatırlamak ölümü hatırlamak gibi biraz
Yan yana iken ellerini tutamadığım doğrudur
Doğrudur yokluğunda uzun kıvırcık saçlarını özlediğim de
Okşadığım da, bir çocuğun
Kirden ağırlaşmış saçlarını sevecenlikle
Küçük ayaklarını hatırlarım çiçekli çoraplar içinde
Ayaklarını hatırlamak, güneşe koşmayı hatırlamak gibi biraz
Sen yokken, ne yapmak istedimse seninle,
Yan yana iken yapamadığım doğrudur
Doğrudur seni görmenin verdiği heyecanın denizinde
bütün denizcilik kurallarını unuttuğum
Her bir ayrıntınla hatırımda tutuyorum seni
En çok sevdiğimdi mesela gözlerin
Gözlerinde her gün yeniden doğurduğun umut
Bendim rüzgarlı bir akşam, gözlerini ayırmadan baktığın o beyaz bulut
Bekle geleceğim elbet yine bir bahar dönümünde
Hiç bitmeyecekmiş gibi süren yolculuklar yaparak
Yeni açmış mor begonvillerin önünde bekle
Gönderdiğin bir fotoğrafta
Ellerini tutmuştun iki güzel sapsarı saçlı çocuğun
Saçları ki onların yüreğimde yalım alaz
Söndürmek ne mümkün
Ah onları hatırlamak Tanrıyı hatırlamak gibi biraz
05.08.2022
-Ne düşündüm biliyor musun?
Okuduğum bir çok imkansız sevgi hikayesinde, sevgi hep masumdu. İçinde şehvet
barındırmıyordu asla. Bu bizim hikayemizse, biz bu hikâyenin neresindeyiz tam
olarak.
-Okuduğun hikayeler şayet yaşanmış ise
şehvet kısımları çıkarılıyor, hayal ürünü ise atlanıyor.
-Peki şart mı?
-Şart değil tabi. Şartlı sevgi mi olurmuş
Allasen? Özenle hazırlanmış bir kahvaltı gibi, peynir tabağı yanında şarap
gibi, güzel kıyafetler gibi. Şart değil ama olursa çok güzel olur, olmazsa
dünyanın sonu değil.
-Peki şehveti çıkarmasa yazar, nasıl
biterdi sonu bu hikayelerin?
-Sevmek tamamen kalp ile alakalı,
hissetmekle. Sevişmek mevzubahis olunca ise işin içine beden giriyor, beden
girince tabu giriyor, günah giriyor, kimlik giriyor, legallik, illegallik giriyor.
Giriyor babam giriyor. Haliyle bu sevişmelere Şırnak'ta Konya'da hikâyeyi
okuyan "günah" diyor, İzmir'de Çanakkale'de okuyan "vay be ne
ateşli aşk" diyor. Yazar ise sevginin sadece kutsallığının konuşulması
istiyor. Çünkü o her coğrafyada kabul görüyor. Sevişme olmadığı için kimse
sormuyor "neden seviştiler" diye. Ama sevişseler "niye
seviştiler ki şimdi bunlar" deyip soracaklar ve hayal güçleri sevginin
evrensel kutsallığından uzaklaşıp bedene, hareketlere seslere indirgenecek.
Belki de o büyülü kutsal sevgi bir anda bu şehvete yenik düşecek. Özellikle
sevişmenin günah!!! olduğu coğrafyalarda yazarlar bunu yazamazlar korkudan.
Kabul görememe belki de linç korkusundan. Senin okuduklarında muhtemelen
bunlardan. Sevişmeyi çıkarmasa yazar sonu nasıl biterdi dersen. Coğrafyaya göre
değişir. Yazara göre ise sabittir.
-Ya sen?
-Ben derken? Yazar mıyım mı diye
soruyorsun? Sevişmek benim sevgi anlayışıma gölge düşürmez. Aksine tat verir.
Sen ne düşünürsün bilemem. İşte burada coğrafyadan, yetiştirilmekten,
kimliklerden, ekonomik özgürlükten, geleneksel anlayışa kadar her şeyin kıstası
geliyor. Ayrı tutulmalı mı? Bence hayır. Ama sevgi hikayesi salt sevişme
üzerine de kurulmamalı kesinlikle. Öyle olursa ilk orgazmda biter her şey. Bu
yüzden diyorum ki, seninle her şeyin tadına varmak istiyorum. Seni her şeyinle
seviyorum çünkü. Bedeninle kalbinle ruhunla bakışlarınla. Ama seni
kutsamıyorum. Peygamber değilsin, melek değilsin, tanrıça hiç değilsin. Harika
bir kadınsın. Güzelsin. En başta evrende var olan her şeye karşı vicdanlısın.
Masmavi gökyüzü, yemyeşil orman, sapsarı topraksın. Keşfedilecek çok şeyin var
nezdimde. O yüzden diyorum, bulutundan yağmuru, toprağından çiçeği böceği,
ormanından bin bir rengi hissetmek istiyorum. Sinemaya gitmek istiyorum mesela
seninle. Konsere, yeni bir şarabın tadım gecesine, operaya mesela. Müzeye,
resim sergisine, sanat galerisine... Metroya binmek, geminin güvertesinde çay
içerken dalgaları ve uzaklaşan karayı seyretmek istiyorum. Temizlik yapmak,
mobilya taşımak, evi boyamak istiyorum. Seninle yapacağım her şey demek, seni
tanımak, kapılarını açmak, içine girmek, daha çok tanımak ve daha çok sevmek
demek benim için. Daha basit olmak gerekirse kafamda seninle ilgili elli planım
varsa bunların bir ikisi cinsellik barındırır içinde.
- Beni çok tanıdın, çok sevdin diyelim. Bu
daha çok üzmez mi seni peki?
- Hayır. Ben seni terk edebilecek kadar
çok seviyorum. Desen ki şu an ayrılalım. Hemen seninle iletişimi kesebilirim.
Yıllarca görüşmeyebilirim. Ama seni sevebilirim de. Vazgeçilmezim değilsin
çünkü. Ben seni arabesk sevmiyorum. Gidersen ah vah etmem, varlığında etmediğim
gibi.
- Varlığımla yokluğumun hiç farkı
olmayacak mı sende?
- Olmayacak evet. Çünkü ben seni
varlığında da yokluğunda da aynı seveceğim.
Bilmem kaçıncı senesiydi ömrümün kaçıncı ayı
Çok da ihtiyar sayılmam canım
Ama hiç hatırımda yok orası
Bildiğim, kaz ayağı çizgilerim gözlerimde
Mevsimlerden yaz, ayağım çıplak
Yalayıp geçiyor yüzümü hafif bir rüzgâr
Omuzumda kadınımın yorgun başı
Teni tenimde, nasıl kadife gibi yumuşak
Bir ileri bir geri, dönüyor tepemizde ıhlamur ağacı
Ihlamurda kuş, kuşun ağzında cıvıl cıvıl bir şarkı
Altımızda bizi kucaklamış yumuşacık bir hamak
Kıvrımlı beliyle yaşlı bir nehir akıyor yanı başımızdan
Nasıl da saygı duyuyor seslerine cırcır böceğinin
Nasıl da salınır gibi düşüyor yaprak yere
Acıtmamak için canını toprağın
Ve toprak nasıl da kucaklıyor kırmamak için belini yaprağın
İzlemiştim, suyun toprağa, toprağın yaprağa nezaketini
Akşamüstü bir nehir kenarında gözlerimin derin çizgileriyle
Derin yaralarıyla yüreğimin,
Delirmiştim insanın kabalığına, ıhlamurun altında dönerken
dünya
Olmasaydı kadınımın hatırı, utancımdan intihar ederdim kesin...
02.08.2022"Eğer uslu bir çocuk olursan sende şirinleri görebilirsin". Böyle diyordu Peyo'nun yarattığı, uzun yıllar ABD'de yasaklı kalan Şirinler çizgi filminin dış sesinde. Şöyle bir kafamızı kaldırdığımız da yahut yüreğimize dokunan şeylerin sahiplerine baktığımızda, bize söylenen uslu durmak telkininin aksine sistemin usluluk (ben usluluk yazıyorum siz biat anlayın) dayatmasına ses çıkaran, cesur ve bir o kadar iyi kalpli insanları görmemek işten bile değil. En güzel örnek benim için Kazım Koyuncu. "Birbirimizi anlamamız için aynı dili konuşmamıza gerek yok. Ezildikten hepimiz aynı şarabız" diyecek kadar evrensel bir insan tanımıyla herkesi kucaklayan ve bir o kadar sisteme karşı ses çıkaran Kazım Koyuncu. Birebir tanımasam da ölüm haberini aldığımda yıkıldığım ve bir köşede sessizce ağladığım bir Kazım Koyuncu. Ve o, yok edici lağım sistemin silahlarından, nükleerin etkisiyle artan kanser vakalarına kurban verdiğimiz milyonlardan birisi...
Dün, 24 Haziran 2001 tarihinde yaşadığım o acı hisleri bir kez daha yaşadım, kitaplığımın önünde -yine ölümüyle yıkıma uğradığım- Küçük İskender'i okurken aldığım İlhan İrem'in vefat haberi ile. O da gök kubbede yerini almıştı beklemediğimiz bir anda. Romantik ve aşk dolu şarkıları, yediden yetmişe sınıf, ırk dil kültür vs. ayırmadan herkesin şarkılarına ezbere eşlik ettiği güzel insan, kendine münhasır İlhan İrem işte. Kalakaldım öylece koltuğumda. Yine bir vicdanı ve aşkı dava belirlemiş güzel insan, en çok ihtiyacımız olduğu zamanda, yarınlarımızın bize yazık edildiği zamanlarda ayrıldı aramızdan. Bu dünyaya çok değerli eserler haricinde bir dünya görüşü, bir duruş bir renk bıraktı.
Yaptığı iktidar ve sistem eleştirileri ile birlikte hiç bozmadığı çizgisi, ekoloji mücadelesindeki duruşu, Atatürk sevgisi ve ilkelerini sahiplenişi, aydınlık günlere olan özlemi, üretkenliği ve yarınlara yazık olmaması için verdiği uğraşı hep hatırımızda kalacak.
İnsanın neşesini, umudunu, güzelliğini yok edecekleri ve aydınlık saçan tüm değerleri, bilimi felsefeyi, sanatı bir bir ortadan kaldıracakları ve halkı Ortadoğu bataklığına sürükleyecekleri gün gibi ortada iken biz iktidarın -uslu bir çocuk olun- telkinlerine kendi çapımızda ne kadar uymasakta yeterli değilmiş demek ki. Her geçen gün daha kötüye gidiyorsa durum, gerektiği gibi gür çıkaramamışız demek ki sesimizi... Şimdi ise daha bir anlamlı geliyor ve daha bir yüksek sesle, içimizi yakan pişmanlıkla söylüyoruz değil mi " yazık oldu yarınlaraaaa" diye... Ben üstüme düşeni yaptım yanılgısına ve rehavetine düşmeyin asla. Yoksa bir bir yitirdiklerimiz, vebal uğruna toprağa verdiklerimizin anısına ihanet etmiş sayılmaz mıyız?
İktidarın uslu çocuğu olmayı reddedenler bir bir aramızdan ayrılırken biz ne yapıyoruz peki? Şapkamızı bir türlü kafamızdan çıkarıp önümüze koyamıyoruz değil mi? Ne geçmişten ders, ne de yitirdiklerimizi örnek alıyoruz. Uslu uslu kapalı kapılarımızın ardında hayalini kurduğumuz şirinler köyünün sihirli değnekle hop diye gerçekleşeceğini sanarak bekliyoruz öylece... Oysa Gargamel bir bir ortadan kaldırıyor bilge şirinleri, mühendis şirinleri, çalışkan şirinleri, şakacı şirinleri. Hele şirineyi kadın cinayetlerini normalleştirerek sindirmiyor mu?
Şirin baba ve şirinlerin işin içinden çıkamadıkları sıkıntılarda zaman zaman başvurdukları büyü cesaretin ve bilginin ta kendisi olmasın sakın? Acaba biz uslu olmaktan çıkıp gargamellere ve azmanlarına artık haykırmalı mıyız aydınlığa özlemimizi ve ihtiyacımızı? Ya da artık seyirci kimliğimizden çıkmalı kendi küçük mantar evlerimizi hazırlamalı mıyız?
Biz kim miyiz? Yarınları karanlık adamlarca yazık edilen ve susturulan Smurf'larız...
SMURF= "Socialist men under red flag" yani Kızıl bayrak altında yaşayan küçük adamlar...
Işığınız yoldaşınız olsun sevgili İlhan İrem ve diğer şirinler...
Uyanırsak aydınlığı getireceğiz söz...
Şimdi ben seni sevmesem,
Bir şey eksik kalırdı mutlaka, bundan eminim
Çiçeklere ve sokağa daha az anlamlı bakar, dalgaları daha az
duyar, güneşin kızıllığından umut doğurmazdım mesela
Kedileri daha az sever, çimenlere uzanmaz, durgun suda taş sektirmezdim
Ben seni sevmesem
Ne işçi servislerinde yorgun yüzlere dörtlükler yazmak
geçerdi içimden,
Ne sıcak ekmeğin kokusu cezbederdi beni
Ben seni sevmesem, güne yarım başlar çeyrek bitirirdim
Boğazımda yumru olur takılır kalırdı şekersiz çay, susamı
avuçlarımda silkelen simit
Ben seni sevmesem ne çok şey olurdu küçük köhne dünyamda
Fizik kanunları daha ağır işler, kimyası bozulurdu yüreğimin
Kapılarımdan ibaret kalırdı coğrafi sınırlarım
Tarihim dünden ibaret
Zor gelirdi yemek içmek yürümek raftan bir kitabın
sayfalarını çevirmek
Her şeyi seninle öğrenmiş ve seninle sevmişim gibi
Kendi dışıma ve hayatın içine içine büyümeyi bile seninle
öğrenmişim gibi
Ben sevmesem cüce kalırdı benliğim senliğe karışmasaydı eğer
Sanaymış benden yana bütün şiirler, yorulmalar, dinlenmeler,
gezmeler, işe gitmeler
Giyinmeler, soyunmalar, öfkeler, hüzünler, özlemler
Sanaymış bütün doğumlar ölümler artık bilirim
Ben seni sevmesem ömrümde ne çok şey değişirmiş meğer
Filhakika, hep gecede kalırmış zaman sen de beni
sevmeseymişsen eğer.
28.07.2022
Sokağa açılan tüm kapıları kapatın
Hatta güneşe açılan pencereleri de
Üstümde yorgun bir ihtiyar alınganlığı var
Kırdıysam özür dilerim her birinizden ayrı ayrı
Unutun lütfen ettiğim küfürleri de
Arıtın tüm külliyatınızı ve fikriyatınızı benden
Bilhassa kan çanağı gözlerimden
Üstüme yeni yetme şairlerin şiirlerini atın
Bir tek onlar iyi geliyor bana
Söndürülmesi imkansız tüm yangınlar bende başlıyor
Kıvılcımlar sizden
Kim söylüyorsa delirdiğimi
Üstüne üstlük aynalarda kendimle seviştiğimi
Yalan söylüyordur ama siz yine de inanın
Alışkınsınız sizinle ilgili olmayan yalanlara inanmaya
Şiirlerinde hep kırlangıçları yazıyor diyenlere de aldırış etmeyin
Onlar kaç bahardır uğramıyorlar bana
Müzeleri geziyor bulutlu bir yaz günü
Osnabrück'te bir kadın sakin ve sessizce
Barışın kentinde olmanın hayranlığını taşıyarak
Müzeler ve sanat galerileri yalan söylemez
Çok zaman sessiz kalsalar da sokaklar keza öyle
Ne anlatıyorsa size, asıl siz ona inanın
Modern çağ bana göre değil ben sizi aldatırım
Ateşkesi imkansız tüm savaşlar bende başlıyor
Arşidüklere suikastler ise sizden
Osnabrück'te bir kadın ne anlatıyorsa size
Rica ediyorum siz ona inanın
Öldü diye müttefikim kuşlar
Lütfen beni de ölmüş sayın
Temmuz 2022 Bartın
küs-mek ne-dir bil-mez i-dim (8)
dağ-lar ba-na kü-ser ol-du (8)
yo gir-me-ye ni-yet et-tim (9)
yol da yol-cu da kü-ser ol-du (9)
mu-rad ey-le-dim i-çim-den (8)
ne yar bil-di ne ya-ra-dan (8)
me-şak-ka-te gir-dim de-rin-den (9)
ne can bil-di hey ne-de ca-nan (9)
bir cu-ram var-dı bir hır-kam (8)
a-dem der-di-ni dert et-tim (8)
ba-şa kal-dı on-ca yük-le gam (9)
hak-ka git-me-ye ni-yet et-tim (9)
Bu hayatın kahrını en çok şiir çekiyor
Onun ardından şarkı çekiyor notalar eşliğinde
Ve sonra boy boy resimler
Kan kırmızı, çimen yeşili, gök mavisi, güneş sarısı resimler
En çok şairler ölüyor ince hastalıktan, siz bilmeden
Öylece gözünüzün önünde ölüyor şairler
Senin yırtık ayakkabını, sökük ceketini
Kuru ekmeğini, çürümüş meyveni
Sırtındaki semeri, elindeki nasırı sırtında taşıyarak
Kavganın yalnızlığını omuzlanarak ölüyor şairler
Bazen dışlanarak meclisten,
Bazen insan eliyle yanarak
Ekmek kavgasında debelenirken sen
Şair senin kavganı haykırırken son nefesinde
Hiç merak bile etmeyeceksin aşk bu ölümün neresinde
Çoğalmıyormuş hiçbir şey sevmedikçe
çok geç anladım bunu
Üsküdar motorunun güvertesinde
Simit ufaladım kuşlara
Kuşlar bana baktı ben kuşlara
Bak ölüyormuş her şey gülmedikçe
Saymadım kaç adım geldim size
Ve siz kaç adım kaçtınız benden
Ölürsem yas tutmayın demeyeceğim
Bilirim tutmazsınız zaten
Onu hatırlayan son kişi öldüğünde ölürmüş insan
hamuru sevmekle yoğurulmuş bir adem
Düşünmeden yaprağın ne hissettiğini nasıl kırabilir bir dalı
Hiç anlayamadım bu da çok enteresan
Ölürsem kurun dost meclisini
Şiirlerimi okuyun bir ağaç gölgesinde
Şarap için, ant için sevmeye ve gülmeye
Sulamazsan çiçek vermiyor aksine kuruyormuş dal
Yeşermiyormuş bodur kalıyormuş umut
İnsan hiç pişman olmuyormuş ölmedikçe
Bak şu karanlık kente, görüyor musun?
Herkes bir sevişme
cinayetinde çığlık çığlığa
Benimse önümde iki kablo var, biri doğum kırmızı biri ölüm gibi siyah
Yüzümün derin çizgilerinde,
İçimden geçerken ektiğin kan çiçeklerinin kurumuş tortusu
Avuçlarımda seni
görememezlikten sebep, bıçak yarası gibi keskin bir ah
Sen beyaz sarı ahenginde
yemyeşil dallı bir papatya
Sanıyorum ki herkes böyle bilecek böyle anacak
Bense papatyaya konmuş, acemi beneksiz
bir uğur böceği
Cesedimi, kaldırımlardan emekli çöpçüler kazıyacak
İçimde patlayacak el yapımı kıpır kıpır güleç yüzlü intiharlar
İki kablo var önümde biri
ihanet kırmızı, pişmanlık siyahı biri
Hangi kabloyu kesersem keseyim, ikimizden biri eksilecek
Eksilecek birimizin içinden diğeri
Bir de sesinin sesime uladığı
sarhoş peltekliği dolaşacak
Yüzüm yeni tıraş olmuşluğun
gerginliğinde
Bir kesik atsam ortalık kan
gölü olacak
Ben seni nasıl severim
sormuşsun,
Söyleyeyim o vakit, sarhoşum
nasılsa hiç mahzuru yok
Bunu ben bir tasvir sayarım
Sen otobüs durağına boşalmış
bir sarhoşun zehirli kusmuğu say
Başka çocukları severken babasına sarılan kız çocuğu kıskançlığı biraz
Ölmesin diye bir kelebeği kozasına sokma
gayreti de denilebilir
Ve kendi soğumuş cesedini
yaşatma ümidiyle en çok
Hangi tabirle seversem seveyim seni
Faili meçhul, kim sevdiye
gidiyor yüreğim çaresi yok
Bırakmazlar bu
cinayetin ipuçlarını öylece sokakta
Yakmışlardır böcek
cesetleriyle çoktan
Yakmaları da gerek zaten
Yoksa buz tutacak şehir,
nefretin soğukluğundan
İki kablo var önümde biri
şehvet kırmızı, açlık siyahı biri
Hangi kabloyu kesersem
keseyim
Nafile bütün zırhlar, kabuklar,
korunaklar
Elbet eksilecek birimizin
içinden diğeri
Biz
şimdi seninle, şehrin tam ortasında konuşlanmış
Sarp
bir vadinin iki dik yakasıyız
Bu tepemizde eksilmeyen kara bulutlardan
Bilhassa ıslah edilmemiş özlem yatağından aşikar
Birleşmemiz de elzem ama bir o kadar imkânsız
Bir imkansızlığın tezahürüdür yıkılmış kemerli köprüler
Şu
saatten sonra su içsem zehir, ilaç içsem faydasız…
Ah Gaia, bu sevişmelerin bilançosu çok yüksek
Anladım
ki, ben bu kanlı sevişmelerden muafım
Kızgın bir kirpiyi okşamaya benziyor şimdi bu vadiden geçmek
Sen
sırtını bana dön, ben sırtımı sana
Seni bilmem ama bu kavgada ben Mikail'den tarafım
Keşke
olmayacak şu meczup duasına âmin demesek
Ben seni ne zaman severim diye de sormuşsun söyleyeyim
Kolu bacağı yara bere, kafası gözü kırık
Pansuman bekleyen
bir yaralıyım nasılsa, hiç mahzuru yok
Bunu ben apaçık neşretmek sayarım
Sen bir meczubun sonradan görme aşk müsrifliği say
Ben seni en çok sabah körü severim
Çünkü istisnasız her sabah sen sanıyorum
Betonların
arasından sezaryen doğan güneşin kızıllığını
Buna hiç şüphe yok, diğer zamanlarda da seviyorum
Ama en çok sabah körü, en çok
Hani birimiz mahmur diğerimiz ondan daha mahmur
Üstümüzde yıkanmamış, geceden kalan o hayvani saflığımız
Yatağımızdaki ter, yere düşmüş solgun pike,
Kucağımıza atlayan çirkin tekir, şiirler darmadağın her yerde
Bitmez bizim bu tören havasında sevişmeye açlığımız
Yalan değil gözünün çapağını ayrı severim,
Bacağından kalçana sıyrılmış geceliği ayrı
Ojesi bozulmuş tırnağını ayrı, duruşunu oturuşunu apayrı
Sen öldürmenin hazzını almış bir katil gibisindir artık nezdimde
Olay mahalline dönmüş, tedirgin bir zanlı
Bense ölmenin lezzetini tatmış bir maktül
Seni annenin kızlık soyadı gibi bilirim
Çünkü seni çığlık çığlığa kalbimden doğurdum ben
Papatyalardan taç yapmak benim için sıradan bir teamül
Lafı gelmişken bir daha söyleyeyim
Ben ki seni en çok sabah körü severim, diğer zamanlar stabil
Hiçbir kuşu öldürmedim şimdiye kadar
Konu hiç sandığın gibi değil
Gün doğacak diye değil ifşa olacak diyedir bu şehrin karanlık çığlığı
Ne zaman sokakta bir çocuk sevsem
Tokat gibi suratıma çarpar yoksulluğun bu dikiş
tutmaz çıplaklığı
Karanlıkta biliyor herkes gibi
Ne büyük bir matahtır bu oysa
Gündüzleri susulur ve koca koca güneş
gözlükleri ile kuşanılır körlük
Geceleri ise uyunur utanmazca
İpek çarşafların serinliğinde anadan üryan
Ki utanmazlık çıplaklıktan değil uyumaktandır
umarsızca
Mesela benim, gündüzleri tükeniyor bir kiraz ağacına sarılma umudum
Kuruyorlar suskunluktan, her yoksul ölümde kuruyacaklar biraz daha
Güneşte biliyor herkes gibi, bu yaşananlar hiç sıradan
değil
Bastırır çığlıkları, katile yardım ve yataklık
yapan bu karanlık
Geceleri kör bir aydınlıkta işlenir en çok
suçlar
Bende biliyorum ama bunları bilmek çözüm değil
En çok kanla sulanır bu kötülük coğrafyasında
ağaçlar
Ben seni nerede severim sormuşsun hadi onu da söyleyeyim.
Kırklanmamış mundar bir
cesedim nasılsa, mahzuru yok
Sen benden kendine gitmek istiyordun,
yolun benim
kanayan damarlarımla kesişiyordu
Ben senden kendime gelmek istiyordum,
gözlerin bana
hep yanlış biletler kesiyordu
Ben seni Tarlabaşı'nda çöpe atılmış bir karyolanın paslı gıcırtısında da severim
Katmandu’da bir tapınağın önünde yağmura ana avrat söverken de
Bak tebeşirle etrafımı çiziyor beyaz tulum giymiş bir polis,
Coğrafyanın hiç önemi yok son tahlilde
Bir böcek kadar kıymeti olmasa da artık, iki kablo var
önümde
Biri kavuşulması imkansız özlem kırmızı, diğeri mecburi bir vazgeçiş gibi simsiyah
Hangi kabloyu kesersem keseyim eksilecek içimizden biri
Faili meçhul bir ceset ayaklanacak bu karanlık şehirde
Eksildikçe birimizin içinden diğeri
Ben seni en çok sabah
körü severim.
Çünkü sen
sanıyorum
Betonların arasından sezaryen doğan güneşin kızıllığını
Buna şüphe yok
Diğer zamanlarda da seviyorum
Ama en çok sabah körü,
en çok
Hani birimiz mahmur diğerimiz ondan ala,
Yıkanmamış, geceden kalan o hayvani saflığımız
Yatağımızdaki ter, üstümüzdeki pike, kucağımıza
atlayan tekir
Bitmez bizim bu
Her bir tören havasında dokunmaya açlığımız
Yalan değil
Gözünün çapağını ayrı severim,
Bacağından kalçana sıyrılmış geceliği ayrı.
Fularını koklamayı ayrı, suyunu huyunu apayrı
Suçun hazzını almış gibisindir
Günah mahalline dönmüş, tedirgin bir zanlı
Annenin kızlık soyadı gibi bilirim
Çünkü seni çığlık çığlığa kalbimden doğurdum ben
Kötülüğe dördüncü evre üşengeçsin
Her şeyi koşulsuz sevmeye tez canlı
Lafı gelmişken bir daha söyleyeyim
Bendim kanadı kırılan, yaramı saran sen
Uçmaya yorgun sendin, kanatlarını rüzgâra açan ben
Ve ben ki seni en çok sabah körü severim, diğer zamanlar
stabil
Hiçbir kuşu öldürmedim şimdiye kadar
Konu hiç sandığın gibi değil
Yorganımın ayaklarıma denk düşmediği zaman Açlığın uykuya döndüğü Utancın hin gülüşlerin mengenesinde öldüğü zaman Kitaplığın önündeki solgu...